25 Şubat 2016 Perşembe

2016 Oscar Yazısı



Sevenlerim, sayanlarım...Hepinize selam olsun. 

Durumu biliyorsunuz. 
Hicri Cemaziyelevvel ayı ile birlikte her sene olduğu gibi yine bir oscar heyecanına belenmiş durumdayız. Her sene "bu son olur, yazamam gayrı"  diye diye yılları devirip yürümekteyim ama gördüğünüz üzre can çıkmayınca huy çıkmıyor sayın okurlarım. Tabii ki yazacağım ve siz de okuyup sağa sola kültür satacaksınız inşallah. Amme yapıyorum amme.

Filmlerin tamamı izlendi mi; hayır. Lakin en iyi film kategorisini tamamladım (Tamamen legaly) ve kanaatlerim oluştu. Zaten diğer tüm ödüllerin ekserisi bu filmlerin dışına çıkmıyor. Çıkarsa da mesuliyet almıyoruz müessese olarak. Sinema salonları bu sene çoğu filmi yetiştirip, gösterime koyduğu için kendilerine gıyabınızda teşekkür ediyorum. Buna da şükür diyelim.


Şimdi hemen kitabın orta yerinden konuşup bu yılki genel kanaatimi özetleyeyim;
Yetersiz kalite.
Birkaç istisna dışında maalesef bu yılın aday filmleri geçtiğimiz yıllara nispeten olay yaratacak ya da hatırlanır filmler olmaktan uzaklar. Efsanevi oyunculuk da görülemedi. Klası ve kalitesi belli bazı gedikli oyuncuların gene iyi performanslarını izledik sadece. Şimdi onlara değineceğim. Bir de akademinin ezeli hastalığı olan konjonktür ve kontenjan hastalığından bahsedeceğim. Buyursunlar.



En İyi Senaryo

Kafadan ve de hiç zorlanmadan kazananı tahmin edebileceğimiz bir kategori... Yine gerçeklere dayanan güçlü bir hikaye ile "Spotlight" tüm adaylar arasında kendini belli ediyor. Vatikan merkezli ve müdafili çocuk istismarcısı rahipleri ortaya çıkaran gazetecilerin konu edildiği güçlü ve gizem dolu bir senaryo "Spotlight". İki yazarından birisi daha önce "Up" diğeri de bilim kurgu dizisi "Fringe'in" yazmıştı. Tek rakip olarak Coen Biraderlerin (Fargo, The Big Lebowski' den tanırız kendilerini) yazmış olduğu "Bridge Of Spies" sayılabilirdi ama saymayalım şimdi. Spotlight tek olur.



En İyi Uyarlama Senaryo

Aslında tüm ibre "The Big Short'u" gösteriyor. Yadsıyamayız. Gerçekten çok doludizgin bir senaryo "The Big Short". Yeterince mizah, sürükleyicilik ve inanılmaz hızlı bir tempo. Muhtemelen kazanacaktır. Ancaaak gerçekten çok çok etkileyici ve hatta dokunaklı hikaye "Room'u" unutamayız. Seyirciyi sorularla baş başa bırakarak kafa kurcalayan, adeta izleyenin de bir odanın içinde sıkışmış ve kısıtlanmış gibi dakika dakika olayı çözümleyebildiği veya öyle sandığı, oldukça derin ve psikolojik bir senaryo... Ben favori olarak "Room" diyorum.
Gerçi 
"The Big Short" kazanacak göreceksiniz. Lakin ben yine de "Room" diyorum kanımın son damlasına kadar. Sinema için, insanlık için, herkese inat "Room"...
(Ama "The Big Short" alacak biliyosunuz.)


En İyi Makyaj

"The Revenant" vs. "Mad Max" raund 1. Bu iki filmi birçok kategoride karşı karşıya göreceğiz. Bilhassa teknik ödüllerde kapışacaklar. Bu ilkinde de rekabet büyük ve ben ayıramıyorum. Ayının Leocuğumun ağzına, burnuna ve sırtına açtığı yaralar ve final sahnesinde kar üzerindeki kanlı, vahşi ve hatta hayvani kavga sahnesinde kopan parmaklar, kan revan... "The Revenant'ın" iddiası budur.
Mad Max oldukça iyi bir film. Krom ve yağ, ucubeye dönmüş Valhalla savaşçıları ile sağlam bir makyaş işi var.
Bir tarafta Leonardo'nun yaraları, diğer tarafta bir tabur manyak... Sevgi emektir beyler. Öyleyse yarım boy farkla "Mad Max".



En İyi Kostüm

Hemen burada sıra "Danish Girl'e" gelsin. Bu senenin bana göre en kaliteli filmlerindendir. Oyunculuklar tam puan... Ama şimdi hızlı geçelim ve bu kategori için oscarın, analarının ak sütü gibi helal olduğunu söyleyelim. Rakip olarak verilen "Mad Max'de" kostüm çok düşünülmemiş ve standart paçavralardan ibaret. Yine "The Revenant'da" da çıta çok yüksek değil. Kafa film oldukları için buradalar. İzlenmemiş "Cindirella'da"  büyük işler yapılmamışsa "Danish" diyelim.



En İyi Ses

"The Revenant" vs. "Mad Max" raund 2.
Kapışma devam ediyor. Bu kategoriyi alan film miksajı da alıyor. Yani ya "Revenant" ya da "Mad Max" için iki oscarı tahmin ediyoruz şu an. Uzun mücadelem sonucunda ödülü birine verdim. Ayı ile boğuşurken, hayvanın kükremesini hatta soluk alışını bile hissettiren Martin Hernandez (İnarritu'nun kadrolusu) çalışması ağır bastı. İnanın "Mad Max" hiç altta kalacak film değil ama burun ucu farkla ödül "Revenant'da" kalacak sanırım. Hiç değinmedik ama "Star Wars" da iddia sahibidir.


En İyi Ses Miksaj

Raund 3'te de aynısını söylemek zorundayım. Az farkla "Revenant"... Bunlar hep o ayının yüzünden. 


En İyi Efekt

Açık ara mesafeyle "Star Wars" filminin bu ödülü alması gerekiyor ama "Revenant" kasırgasına kapılan akademi, bu ödülü "Revenant'a" verebilir. Biraz adamsalar "Star Wars'a" verirler. Çünkü "Revenant'ın" tüm kozu ayı sahnesidir ve o ayı ile birlikte daha ayımsı yüzlerce karakter"Star Wars'da" mevcuttur efendim. Ayılığın lüzumu yok.


En İyi Prodüksiyon Tasarımı (Sanat Yönetmeni)

Şayet ki bilim-kurgu filmler akademinin canına yetmediyse olağanüstü tasarımıyla "Martian" almalı. Benim favorim o olacak. Süper setiyle "Mad Max" ve dönem yansıtan "Danish Girl" plaselerimdir.





En İyi Kurgu

"Mad Max" ve "Big Short".
İki güzel kurgu işi. Burada "Big Short'a" daha fazla şans vermekteyim. Sürekli ve hızlı atlamalar ile finans dünyasının süratini hissettiren bu kurgu çalışması ödülü alacaktır.

"Mad Max"... Çöl ortasında tam gaz ilerleyen savaş arabaları, silahlar, zıpkınlar, atlamalar ve patlamalar güzel bir dille anlatılmış. Bence bu da güzel bir kurgu.
İkisi de şanslıdır.



En İyi Sinematografi

Rüzgarın seyri değişmeyecektir. Senenin filmi "The Revenant" Emmanuel Lubezki ile bu kategoriyi alacaktır. Lubezki son iki senedir sırasıyla  "Gravity" ve "Birdman'le" bu ödülü almış bulunmakta. Alırsa art arda üç sene kazanmış olacak. En yakın rakip "Mad Max'dir". 



En İyi Yrd. Kadın Oyuncu

Bu senenin belki de en kaliteli performansı olarak görebileceğimiz bir performanstır Alicia Vikander'in "Danish Girl'deki" rolü. Çok nettir kendileri. Sevdiği adamın giderek bir kadına dönüşmesine katlanan ve her şeye rağmen ondan kopamayan ve hatta ona bu yolda destek olan bir kadını oynamak gibi sağlam sorumluluk isteyen bir rolün hakkını vermiştir bu kızcağız. Alnından öpüyor ve tek geçiyoruz.


En İyi Yrd. Erkek Oyuncu

Olaya gelin. Sen en az yirmi beş kere Altın Ahududu ödülüne (En Başarısızlar Oscarı) aday ol, en az on kere kazan, sonra da gel oscar'a aday ol. Kimi kastettiğimi anladınız. Sylvester Stallone tabii ki. Bu arada onun ikinci adaylığı olduğunu söyleyelim. İlki de bir Rocky filmiydi. Peki beğendim mi? Valla biraz öyle. Beğendim gibi. Biraz aşmış kendisini.

Tom Hardy -son yılların yükselen değeri- "The Revenant filmiyle sınıf atlamış durumda. Onu bu performansıyla çok beğendim. Adi bir adamı canlandırdı. Kazanabilecek bir performans... 

Mark Ruffalo ise ne kadar adından söz ettirmiş olsa da, bana göre göze batacak bir oyunculuk yok ortada. Açıkcası neden aday olduğunu bile anlamadım. Zaten aynı filmde Rachel Mcadams da lüzumsuzca aday olmuş durumda.

Mark  Raylance''ın performansı da fena değil ama diğer adayları geçemeyeceğini düşünüyorum.

Christian Bale son yıllarda sık sık aday oluyor. O, kaliteli bir oyuncu. Şayet hiç oscar kazanmamış olsaydı bu sene kesin favori görülürdü. Bu rolüyle onu hayli beğendim.

Ancak 
konjonktür yasalarına dayanarak söyleyebilirim ki, Sylvester Stallone için tam zamanı ve de yeridir. Zaten fena oynamamış kerata. Arkasına Tom Hardy'yi de plase yazarak bu koşuyu geçiyoruz. 


En İyi Kadın Oyuncu

Her oscar senesinin kadrolu adayları Jennifer Lawrance ve Cate Blanchet... Biliyorsunuz Blanchet bu ödülü iki defa kazandı ve sonuncusu iki yıl önceydi. Yine Jenifer Lawrance da son altı senede dört defa aday oluyor ve biz ondan bıkmak üzereyiz. Bu ikisi belli bir çizginin oyuncularıdır. Kendini kanıtlamış ve tescillenmiş böyle oyuncuların başarıları bir kaç yıldan sonra görünmez olmaya başlıyor maalesef. Garip bir şekilde bu tarz oyuncular, geçmişte ortaya koydukları daha iyi performanslarıyla ödül alamamışlardır. İşte, insanın oscar kontenjanı dolmayagörsün. İkisini de bu sene çok beğendim. Film vasat olmasına rağmen Jenifer Lawrance'ı daha da çok beğendim. 
Ama bu gedikli oyuncuları kalbimizin bir köşesine koyuyoruz diye değil; 
Gençlere şans vermek güdüsüyle de değil;
"Room" filmiyle ortaya süper bir performans koyarak kendi kariyerini oluşturduğu için Brie Larson'u tutuyoruz bu sene.
Küçük çocuğuyla yıllarca mahpus tutulduğu küçücük bir odada yaşama tutunan bir kadını canlandıran Larson rolün hakkını vermiştir. (Ben aynı filmde Joan Allen'i de çok beğendim ama konumuzla alakası yok.)





En İyi Erkek Oyuncu

Efendiler etmeyin, ayıptır.
Daha adayları tanımadan, bilmeden "Leo bu sene şeytanın bacağını kıracak mı, kırmayacak mı" diye diye adamı favori ilan ettiler. Peki Leo bu sene ne yapmış; Kariyerindeki tüm diğer filmlerinde olduğu gibi agresif, hırs küpü ve cinnet ifade vermekten başka ne yapıyor bu adam (Şöyle bir düşününce Kubric'in Cinnet filminde kapıyı baltayla kırıp kafayı uzatan adam olabilirmiş aslında. Orijinali Jack Nicholson'dır). Bence bu sene bu ödülü sırf bu konuyu kapatmak için verecekler ve dolar düşecek. Yoksa bana göre ortada oscarlık bir oyunculuk yok. Üstelik de filmin %75'inde tek bir kelime bile etmemişken.

Evet, gördüğünüz gibi buraya kadar tüm yazdığım Leo'nun ödülü neden almaması üzerineydi. Demek ki Leo bu sene bu ödülü kesin alacak. 

Oyunculuk adına, sinema adına, san'at adına kulak verin yoldaşlarım. Haklı davamdan cayacak değilim. Eddie Redmayne diyorum. "Danish Girl"  diyorum. Emek diyorum... Gelin yiğidin hakkını (Az biraz homofobikliği kenara koyun) yiğide verelim. Tamam kazanamayacak ama (Biliyorsunuz, Fenerbahçe de her sene şampiyon olamıyor) tarafımız belli olsun. Muhtemelen akademi onu seçmeyecek. Üstelik de o, geçen sene oscar ödülü aldığı "Theory of Everything" filmindeki rolünden daha iyi bir performans ortaya koymuşken olacak bu. Eddie, bu sene son performansını ikiye katlamış olsaydı bile kazanamazdı doğrusu. Çünkü geçen yıl oscarını aldığı için aynı zamanda kontenjan sorunu da vardır kendilerinin.

"Breaking Bad" dizisindeki oyunculuğuna hasta olduğum ve bana göre kariyerine kesin oscar kondurması gereken büyük oyuncu (Eminim bir kaç sene içinde kazanacaktır) Bryan Crinston "Trumbo" filminde yine çizgisine yakışır bir performans çıkarmıştır. Leonardo'nun oscar saçmalığı olmasaydı normal şartlarda biz bugün Redmayne ve Crinston'u konuşuyor olacaktık.


En İyi Yönetmen

Çok çalıştı çok. Başarının bir karşılığı olmalı tabii ki. İyi bir ekip kurdu. Yeni teknikler deniyor. Sinemaya katkısı çok. İster üstüste ikinci, isterse de beşinci oscarı olsun, bu çabalar, kontenjanı dolu falan denilmeyip mükafatlandırılmalıdır.

Tüm diğer kazandığı ödüllerin işaret ettiği üzere senenin adamı yine İnarritu olacaktır. (2 in a row diyor ecnebiler)


En İyi Film

Eveet. Dana ve kuyruk aşamasına geldik. Aslında bu seneki ödülün adı haftalar öncesinden kondu ve ben de muhalefet edecek değilim. "The Revenant" her yönüyle şampiyon kimliğindedir. Başarılı kamera açıları, uzun plan çekimleri, hareketli kamera, Tom Hardy'nin iyi oyunculuğu, Amerikan kızılderili faşizmi eleştirisi (Her zaman işe yarar), ölü atlar, ayılar, vızıldayan oklar, kesilen parmaklar ve Leonardo'nun "Bu sene de oscar alsın artık" muhabbeti ödül için kafi gelecektir. Başında dediğim gibi bu sene çok da usta işi filmlerin olmadığını düşünürsek "Revenant" zorlanmayacaktır.

                                                         --------------------





Ne yazık ki akademi çoğu kez entellektüel bir bakış açısına sahip olamamıştır. Hatta çoğu zaman, elinde patlamış mısırla tv başına geçmiş, eğlencelik film izleyicisi görünümünde bile düşünülebilir. Bazen bir ödülü, başarısını ölçümlediğinden değil de, sırf vermeyi istediği için vermiştir. Bunun onlarca örneği sayılabilir. Çünkü sektör maalesef siyasete de maşa olmuştur birçok defa. Bazen de beklentilere cevap vermeyi isterler. Bu sene Leonardo Di Caprio'nun ödülü alacak olması meselesi sırf bu yüzden olacaktır.

Ama biz kalabalığın adamı olmayız. Akademinin kimi seçeceğini değil de sinema ruhuna göre, sinema disiplini içerisinde kimin başarılı olduğunu söylemek zorundayız. Sırf bu yüzden tavrımı değiştirmemiş ve defalarca kez oscar lotoyu tutturamamış olmam benim haklı gururumdur.

Seneye görüşürüz efendim.



-------------------------------------------------------------------------


Kuponum;
En İyi Senaryo: Spotlight
En İyi Uyarlama Senaryo: Room
En İyi Makyaj: Mad Max
En İyi Kostüm: The Danish Girl
En İyi Ses: The Revenant
En İyi Ses Miksaj: 
The Revenant
En İyi Efekt: Star Wars
En İyi Prodüksiyon Tasarımı: The Martian
En İyi Kurgu: The Big Short
En İyi Sinematografi: 
The Revenant
En İyi Yrd. Kadın Oyuncu: Alicia Vikander (Danish Girl)
En İyi Yrd. Erkek Oyuncu: Sylvester Stallone (Creed)
En İyi Kadın Oyuncu: Brie Larson (Room)
En İyi Erkek Oyuncu: Eddie Redmayne (Danish Girl)
En İyi Yönetmen: Alejandro González Iñárritu (The Revenant)
En İyi Film: The Revenant

21 Şubat 2015 Cumartesi

2015 Oscar Yazısı



Yahu "Yazmayım" diyorum, "Koca adam oldun, bırak bu işleri" diyorum ama duramıyorum. Her sene bu haftalarda bana devşirme geliyor. Aslında bu sene hiç oralı olmayacaktım ama koskoca Michael Keaton, bildiğimiz Batman eskisi en iyi aktöre girince bir kurcalayım dedim.
Sevgili takipçilerime selam ederim. Yarın oscar şekerlerini dağıtacaklar. Ülkemiz halen bu topraklarda yaşayan sinema sevdalılarını anlamadı ve neredeyse hepi topu 2-3 film dışında hiç bir adayı sinema salonlarında izlettirmedi. Bari saat dilimini 9 saat kaydırıp Oscar ödül törenini akşam üzeri önümüzde çay-çekirdek izletecek kadar hassasiyet yok. Ama 2 kuruş kar edeceğiz diye yaz saati falan filan uğraştırırlar insanı.
Yani emeğe bu kadar saygılı bir adam olmasam tutup torrentle morrentle filmi indirip bakacağım az kaldı Allah kahretmesin. Neyse ki yapımcı firmaların o eleştiri almak babında dağıttığı screener kopyalar bana da gelmekte şükürler olsun...
Filmlere gelecek olursak gene rekabet söz konusu. Ödülleri kimse tekeline alamayacak. Böylelikle de herkese oscar şekerini dağıtıp box-office'lere bereket verecekler.

Biz kafa adayları incelemeye başlayalım.




Boyhood

Yönetmen Richard Linklater'in 12 yıllık bir süreçte bir çocuğun büyüme safhalarını çekerek yarattığı eser...  Filmde göze batan en önemli başarı filmin kurgusu gibi görünüyor. İmitation Game filmindeki başarılı biçimsel kurguyu ya da American Sniper'daki geniş planlar ve atlamalı kesmeleri de çok beğendik. Ayrıca Whiplash da bu kategoride atlanacak bir aday değil ama sanırım Boyhood filmi çocuğun her kesmede 3-5 yaş büyüdüğü sahneleriyle güzel etki yarattı bizlerde. Yani kurgu kategorisini burada hallettik gibi.

Yönetmenin bu 12 yıllık emeği de sanırım herkesçe ödüle layık görülmekte. Eğer ki Alejandro González (Birdman) ödülü ondan alamazsa, kimse alamaz diye düşünmekteyim.
Bir paragrafta Patricia Arquette'e açmak lazım. Yıllar önce Tarantino'nun True Romance filmindeki performansıyla kendisini o dönemin biz ergenlerine sevdirmişti. Bu sene yardımcı kadın adaylarında çıta çok düşük. Patricia'nın da aman aman bir performansı yok ama adaylar arasında biraz ileride duruyor. Kendisi benim de favorim ama Emma Stone'un (Birdman) onu çok zorlayacağını da iyi biliyorum vesselam.
Dediğimiz gibi film 12 yıllık bir çalışma.Güzel bir fikir ve eminim hepimiz "Vallahi önce benim aklıma gelmişti" diyoruz. Kabul etmemiz gereken en önemli etken filmin dikkatleri sadece bu yönüyle çekmiş olması. Yani, bu film 4-5 farklı aktörle üç ayda çekilmiş olsaydı şu an bu filmi hiçbirimiz konuşmayacaktık. Ama Cengiz Aytmatov'un (Selvi Boylum Romanında) dediği gibi "Sevgi emekse" biz de bu emeği seveceğiz. O kadar.





Grand Budapest Hotel

Koşuşturmalı bir film... Temposu gayet güzel. Mizah çok ölçülü... Her filmin bir rengi var demiştik. Bu filmin rengi pembe. Bu konsept çok güzel oturtulmuş. Bu film prodüksiyon tasarımında (Sanat yönetmenliği) ve kostümde iddialı görünüyor. İnterstellar filminde de çok fena sahne tasarımı var ama sanırım Grand Budapest bu ödülün sahibi. Kostümde geçileceğini de sanmıyorum. Bir iddiası da makyajdır ve sanırım bu ödülü de alacaklar.

Diyeceksiniz ki "Bu filmde -boru değil- 9 adaylık var. Hepsi bu mu?";
Cevap: Bu.
İnanın birkaç tanesinin dışında tüm ödülleri ucundan kaçıracaklar. Yanlış anlaşılmasın güzel bir film ve ben de hayli beğendim. Ralph Fiennes çok iyi performans sergilemiş (Belki de aday olmalıydı.) Ama Oscar farklı bir konudur canım evlatlarım.



American Sniper

Clint Eastwood'un hiç de olmayacak zamanda hiç olmayacak temalı filmi. Amerikan milliyetçiliğinden nefret gelmiş hem akademi üyeleri ve hem biz dünyalıların sabrının alamayacağı bir yapım. Nefretle izledim. Haksız savaşlarını haklı çıkarma propagandası artık yemiyor sevgili Holywood. The Hurt Locker ve Zero Dark Thirty vb. filmlerdeki milliyetçilik yetti de arttı. Ne kahraman bir ırkmışsın sen Amerika. Arada Bradley Cooper'ın oyunculuğu kaynasa da protesto ediyorum bu filmi. Akademi edecek göreceksiniz. 


İmitation Game

Üstün bir oyunculuk performansı, iyi bir kurgu ve iyi bir hikaye... Aday değil ama sinematografi de gayet güzel. Yine de bu filmin en büyük başarısı Benedict Cumberbatch'in oyunculuğu. Kendisi iki senedir dikkat çekici işler yapıyor. Seneye de aday olursa muhtemelen bu ödülü alır. Bu sene değil. İmitation Game geceden eli boş dönecek. 






Birdman

Bence kitleler kararını vermiş durumda. Her ne kadar Altın Kürede Boyhood fırtınası esse de akademinin şampiyonu Birdman. Müthiş başarılı bir hikaye ve muazzam oyunculuklar... Görüntü efektine bitmiş durumdayım. Bence, en iyi film ödülünü kazanması gayet normal. Film boyunca baskın bateri temposu ve cadde-kalabalık gürültüleri ile ses miksajını iyi oturtmuşlar (Aynı miksaj başarısı Whiplash'da da görmekteyiz).
Bir tiyatro kulisinde olabilecek hengameyi film izlerken hissedebiliyor ve adeta siz de koşuşturuyorsunuz. Birbiri ardınca tüm oyuncuların peşinde gezen tek plan çekimleri ve iyi oyunculuklarla bezenmiş kusursuz sahneler beni benden aldı, yalan yok. 
Gelelim Michael Keaton'a... Tek kelimeyle enfes bir oyunculuk. Onu bu performansıyla görmekten çok memnun oldum diyebilirim. Yıllar öncesinin Beter Böceği, Batman'i sektörün adamı olduğunu gösterdi. Onu kutluyor ve ödülü kendisine (Eddie Redmayne bize doğru o gudubet yüzüyle bakarken) takdim ediyorum.
Gece Birdman'in gecesidir beyler. Boyhood hikaye.








The Theory Of Everything

Eğer ki bu sene Birdman diye bir film yapılmasaydı bir kamyon oscara talip olan yapım olacaklardı. Ama olmadı. Maalesef Birdman'i yaptılar ve The Theory Of Everything filmi bir çok dalda adaylığı bile göremedi. 
Film gayet başarılı. Gerek oyunculuklar, gerek hikaye ve görüntüsüyle titiz bir iş olmuş. Görüntü yönetmenliğinde kesinlikle aday olmalılardı. Kurguda da başarılılar ama orada da aday olamadılar.
Ödül gecesi en iyi film müziği ödülünü alırlar diye bekliyorum. Burada rakipleri Hans Zimmer'li İnterstellar'ı devirirlerse, İngilizler evlerine tek oscarlarıyla dönebilirler..
Eddie Redmayne rolün hakkını fazlasıyla vermiş durumda. Onu çok beğendim. En iyi erkek ödülünde Michale Keaton'u kesebilecek tek aday o görünüyor. Birileri Bradley Cooper'da alabilir gibisinden konuşuyor ama siz öyle konuşanları görürseniz elinizin tersiyle vurun onlara. Ben öyle yapıyorum.




Whiplash

Harika bir film. Senaryo, ses ve ödüllük bir de oyunculuk performansı... Her sene birileri banko olur. Bu senenin bankosu J.K. Simmons en iyi yardımcı erkek ödülünü almıştır arkadaşlar. Yani o iş bitmiştir. 30 Senelik oyunculuk kariyerini oscarla taçlandıracak. Hayırlı olsun.
Filmin atmosferi karanlık. Tam anlamıyla bir gerginlik hissi veriyor film. Disiplin ve tutku teması güzel işlenmiş. En iyi senaryo ödülünü The Theory Of Everything'in elinden zor da olsa alabilecekler.
Bence Amerikan halkı bu filme bayıldı. Tam bir Amerikan hikayesi. İşte bu yönüyle ödül gecesi bir acaiplik yapıp benim tüm hesaplarımı altüst edebilirler. Fena bir sürpriz durumundalar. Birdman'i alaşağı edebilecek tek film budur kanaatimce. Hani yalan olmasın, böyle bir sürpriz yaparlarsa da gönlüm razı olur. Normal şartlarda en iyi yardımcı erkek, senaryo ve miksajı alacaklarını sanıyorum. Nasip...






Inherent Vice

Bir de böyle bir film yapıldı bu sene. Hem Joaquin Phoenix hem de Josh Brolin'in fevkalade oyunculukları ve bir de inanılmaz güzellikteki senaryosu kimselerin gözüne batmadı gariptir ki. İnanın bu iki oyuncu, aday tablosunda görülseydi bir çok kişinin favorisi bile olabilirdi. Sadece kostüm ve senaryoda aday olmayı başarsalar da ben sırf sizin dikkatinizi bu filme çekmek için bunları yazıyorum. Akademi bu filmi es geçerek ayıp etmiştir. En iyi film adaylarında görmeliydik. Bir sinemasever olarak bu filmi izlemeniz boynunuzun borcudur arkadaşlar. Sonra teşekkür edeceksiniz bana zaten.



İnterstellar

Vizyona girdiği vakit yılın olayı olarak görülmüştü ama adi akademi iki tane daha kontenjanı olmasına rağmen bu filmi de aday olarak vermemiştir. Burada bir negatif popülarite etkisi oldu galiba. Tüm dünyayı kasıp kavuran film, "Nolan'ın ucuz numaralarını biz yemeyiz" zihniyetine rağmen 5 dalda oscara talip olmuş durumda. Hepsi teknik ödül. Halbuki en iyi film, senaryo ve görüntü yönetmenliğinde de aday olabilirlerdi.
En iyi efekt ve ses ödüllerini almazlarsa ayıp olur zaten. Ancak bunun yanında ses miksaj ve sanat yönetmenliğini de alırlarsa şaşırmamak lazım. Film müziğinde oscar adaylığına abone olmuş Hans Zimmer gene başarılı. Ancak onun kontenjanı dolmuş durumda olduğundan ve akademinin yenilere şans verme eğiliminden dolayı vallahi bilemiyoruz.
Kısacası, fazlasını hak etmesine rağmen sadece 2-3 ödül İnterstellar'ın olacak.



Adaylarım:

Film: Birdman
Yönetmen: Richard Linklater
Erkek Oyuncu: Michael Keaton
Kadın Oyuncu: Julianne Moore
Yrd. Erkek: J.K. Simmons
Yrd. Kadın: Patricia Arquette
Sanat Yönetmeni: Grand Budapest Hotel
Senaryo: Birdman
Uyarlama Senaryo: Whiplash
Kurgu: Boyhood
Görüntü Yönetmenliği: Birdman
Ses: İnterstellar
Ses Miksaj: Whiplash
Efekt: İnterstellar
Kostüm: Grand Budapest Hotel
Makyaj: Grand Budapest Hotel
Film Müziği: The Theory Of Everything
Şarkı: Selma (Glory)
Yabancı Film: Levithian






12 Mart 2014 Çarşamba

Bu Kimin Hikayesi? Sinemada Realiteye Sadakat Üzerine








Tiyatro bin yıldır var. Sinema adamakıllı 80 yıldır. Tiyatroda dekor, ışık ve bir çok vurgu elden geldiği kadar, sinemada da olması gerektiği kadardır. Bunun içindir ki tiyatro oyuncularının üzerinde büyük yük vardır. Sahne atmosferini kendi sesleri ve mimikleriyle pekiştirmeleri gerekir. Tını, üzerinde daha yoğun öfke, gurur, acı, dram taşımalı ki mekanın veya zamanın ruhu canlanabilsin. Tiyatro oyunculuğunda kabul edilir bir mübalağadır bu. Her ruh hali derin bir coşkuyla harman olarak ifade edilir. Sahnede bir yaygara gibi durur tiyatro. Bu, masalsı bir duruştur. Şekli, tanımı ve misyonu da zaten budur.

Avuçlarıyla iki yanına bastırdığı başını yukarı doğru dikerek ve gözleri kapalı;
-       - Zavallı şeytan! Bana ne verebilirsin ki, demek biraz çalım gerektiriyor.

Bunu bin şekilde söyleyebilirsiniz ama sadece birisi doğru tattır. Haykıracaksın. Aynı repliği mırıl mırıl söylerseniz size ancak “Allah yardımcın olsun” derler. Abartmalısınızdır. Burada, konuşan Faust’tur (Goethe’in ömürlük eseri) ve şeytanla pazarlık yapan adam serdengeçti gibi olmalıdır. Onun için öyle bir haykırır ki, içinde tuttuğu kibir ve bitkinlik sahneden aşağıya taşar. Tiyatroya da bu yakışır. Bu tiyatro oyunculuğudur.

Ama sinema karakteri başka bir şeydir. Ne kadar gerçekse o kadar başarılıdır. Başarının ölçütü budur. Yapmacıklık çok az da olsa hissediliyorsa bu iş olmuyor demektir (Tabi burada dünya sinemasında desek daha yerinde olur zira Türkiye’de bu genelde sorun olmayabiliyor). Ağlıyorsan, gülüyorsan, kızıyorsan adam gibi olacak. Maalesef bizim işlerimizin çoğu olsa olsa “Kızgınmış rolü yapan adam” rolü düzeyinde. “Ağlama rolü yapan kadın” rolü, “Gülme rolü yapan adam” rolü… Yani tavuğun suyunun suyu. Daha da doğrusu taklit. Birazcık ön çalışma yapılmadan çekilmiş sahnelerin olduğu dibine kadar belli olmuyor mu efendim?
Hilary Swank’ın, Boys Don’t Cry filmindeki erkek rolünü çıkarmak için, sert erkekleri tanımak adına inşaat işçisi olarak birkaç gün çalıştığı söylenir. Christian Bale ya da Rene Zellweger’in oynadıkları karaktere sadık kalmak adına filmleri için yaptıkları inanılmaz kilo değişimlerini biliyoruz. Ama biz bıyığımızı bile kesmiyoruz. Kıyamıyoruz. Sinema için kesmeye değmiyor yani. Aynı pala bıyıkla ya da aynı saç stiliyle onlarca film çevirmiş oyuncularımız var. Ünlü bir oyuncumuza yöneltilen “Role hazırlık yaptınız mı?” sorusuna cevap olarak “Hiç bir şekilde hazırlanmam, çıkar oynarım” demeyi matah bir şey sanan oyuncularımız var (Gerçek). Neticede, asla var olmamış kişilerle, hiç kimseye ait bir hikaye olmaksızın, ait olduğu topraklarla ve insanlarla hiçbir şekilde bağdaşmayan bir yığın deneme ortaya çıkıyor. Az da olsa, bir kişiye, bir çocuğa, neredeyse hiçbir ruha hitap etmediğinden, sinema denizinin içinde er yada geç yok olup gidiyor. Hiç alakamız olmayan hikayelerle yapılan filmlerin bizle de alakası yoktur efendim. Bilmem anlatabildim mi?
Sinemada gerçekçilik unsuru önemlidir. Önce hayata sadık kalınmalıdır. Sinemadaki adam sen-bendir. Sana, bana benzemelidir (Science-Fiction, fantastik vb. filmler bu yaklaşımın dışında kalabilir çünkü orada ütopi denenmektedir). Bu adan her gün sabah yatağından gözleri şişmiş bir şekilde çıkar. Hiç ses etmeden evinden işine geçer. Kendi kendine konuşmaz. Niye peki? E kardeşim kendi kendine konuşana deli derler. İşte bu realite üzerinde bir fark yaratır sinema, tiyatroya. Bu önemli bir ayıraçtır. Tiyatro oyuncusu uzun süre sessiz durmaz, sesli düşünmek zorundadır. Kalbindekileri izleyenlere açmak durumundadır. Ama sinemada bu anormaldir. Bu durumda ancak dış ses yani “Kafa Sesi” kullanılabilir. Bu da anlatımı güçlendirdiğinden yapıtı realitenin dışına itmeden romansı bir yapıya yükseltir (Kafa sesli filmlere her zaman bayılmışımdır. American Beauty, Snatch, Fight Club, ve tabi ki Selvi Boylum Al Yazmalım. Asya’nın o ünlü deyişi  –Sevmek ne demek? kalpten gelmek zorundaydı zaten.) Kısacası sinema karakteri hayattan çok kopamaz, kopsa da ayakları yerden öyle çok kesilmez. Bu bağlamda sinema ve tiyatro oyuncusu birbirinden çok kesin bir şekilde ayrılır. Her sinema oyuncusu muhtemelen tiyatrocu olamaz, ancak her tiyatrocu da tiyatro disiplininden sinema disiplinine geçmeden sinema oyuncusu olamaz. Önce, toplumdaki bu yanlış anlamayı kaldıralım da, ben mevcut suni totemlerimizi yerden yere vururken beni hayasızlıkla suçlamaya kalkmayın. Nejat Uygur, Yılmaz Erdoğan, Levent Kırca, Haldun Dormen gibi oyuncular sinemada başaramayanlara misal olarak verilebilir. Hemen belirteyim; Çok sinema filmi çekmiş ya da kazanç sağlamış olmaları bu düşünceye tezat değildir. Bu kişilerde sinema yeteneği maalesef olamamıştır. Sahnedeki tiyatral performans kamera karşısında gerçeklikten uzaklaşmış, sinema gereksinimi sağlanamamıştır.Tabi bu noktada istisna bazı durumlardan dolayı kafalar karışmaktadır. Komedi filmlerinde karakterlerin gerçekçi olmalarını gerektiren bir şart yoktur. Bundan dolayı tiyatrodan komedi filmlerine geçiş yapan oyuncularımız eğreti görünmemiş, saygın işler gerçekleştirmişlerdir. Fakat iş komedi filmi dışında farklı türlere gelince aynı şeyi söyleyemeyiz. O bağırtılı-çağırtılı ünlemler sinemanın genel disiplininin dışında kalmaktadır. Sinemada başarı gösterenlere gelince; Şener Şen, Şevket Altuğ, Savaş Dinçel, Erdal Özyağcılar dram filmleri de çıkarabilmiş başarılı sinema oyunculardır. Bu oyuncular iki kulvarı bir birinden ayırmayı bilmişlerdir. 
Yerli yapım bir filmde hayat kadınını canlandıran bir aktris düşünün. Mutlaka aklınızda bir film kalmıştır. Karakteri hatırlamaya çalışın, tavırlarını. Şimdilik rolü nasıl çıkardığını değil karakteri düşünün (Birazdan ona da geleceğim). Hemen aklınızda bir karakter canlandı değil mi? Bence hepimiz aynı kişiyi düşünüyoruz.
Sinemamızda bir dönem hayat kadınları, hep küskün ve bu hayata zorla itilmiş aslında son derece namuslu ve bu bezlerde tarağı olmayan mağdur kişiler olarak verildi. Acılı acılı şarkı söylerlerdi pavyon mikrofonlarından. Bir de çocukları olurdu hep “Ne yapıyorsam hep onun için yapıyorum” ayakları. Sanki hiç yanlışları olmamıştı. Çok sevdikleri adamlar tarafından - tabi ki yanlış anlaşıldıkları için- düğün günü terk edilmişlerdi. Sonra aileleri, sonra arkadaşları da terk edince hayatta kalmak için orospuluktan başka çare görememişlerdi. Başka çıkar bir yol mu vardı efendim. Patronları da o biçim canavar adamlardı. Öyle organize bir suç unsuruydular ki, o zamanlar kim olursa olsun fark etmez, adamı garajdan iner inmez alırlardı serbest piyasaya maazallah.
I-ıh, böyle bir hikayeye kimse inanmaz. Ama ne kadar bilindik geliyor bize değil mi?
Halbuki, benim orospum (Edebi geldi bir an) kendi bilir ne yapacağını. Burası dağ başımı ki her terk edilmiş “tazenin” likiditesini hesaplamaya kalksınlar. O kendi tercihleriyle isteyerek girer bu işin içine düpedüz (Hadi ben gene istisnaları da varsayayım da tepki vermek isteyip de aslında şu durumda rezil olmayı göze alamayanlar gocunmasın). Yani bu, olmayan bir hikayedir.

Sinemamızın ilk dönemlerinde bu gerçekçilik kuralı dönemin algılayışına göre çokta sadık kalınası bir durum değildi. Tüm dünya için bu böyleydi. Ancak modern sinema anlayışında bu önemlidir. İzleyicinin cin gibi olduğunu unutmamamız gereken şu zamanda böyle dangalaklıklara yer yoktur. Yani Vesikalı Yarim ait olduğu dönemin filmidir ve orada anlamlıdır, klasiktir (Şimdi, her an bir TV dizisine uydurulup kendisine bir cep telefonu, websayt ile jartiyer, dildo, kamçı falan gibi sağlık ürünleri tahsis edilir ve modern pazarlamada yerini hazırlarlar muhakkak)
Şimdi de Yavuz Turgul’un Dil Yarası filminde oyuncu Meltem Cumbul’un performansını aklınıza getirin. Çığlık çığlığa konuşan, şen şakrak, ağzında cakkır cukkur sakızıyla (En önemli emare buymuş gibi. Tiyatrodan ithal.) deli dolu bir tip olarak hayat kadını tiplemesinin en bilinen ve beklenen halini sergiliyor. Ama nasıl; Tiyatral.
Şunu izleyin.
(
http://www.youtube.com/watch?v=ViNCBnYlttQ)
Ünlü seri katil Aileen Wuornos’un hayatını anlatan 2003 yapımı Monster filminde Charlize Theron’un performansından bir kesit gördünüz. Hiçte şen şakrak değil. Sakızda çiğnemiyor. Acılı bir hikaye de zırvalamıyor ama acı suratına yerleşmiş. Kadınsı kompleksleri, alınganlıkları bırakıp hayatta kalmaya çalışmış. Feminen değil, erkekleşmiş, erkekleşmek zorunda kalmış bir fahişe. Müthiş bir makyaj ve olağanüstü bir oyunculuk gösteren Teron verdiği inanılmaz gerçekçilikle o yıl ödülü almıştı. (Aileen Wuornos’un basın toplantısını izlerseniz tiplemedeki başarıyı fark edersiniz.
http://www.youtube.com/watch?v=yFBcjII3QAE&feature=related)

Rolün hakkını vermek, oynadığın karakterin hayatını yarı yarıya yaşamak demektir. Mesela, göz patlatılarak sinir ifade edilmez. Öfke rolü verecekseniz bir parça öfkelenmek gerektiğini bilmemiz gerekir. Maalesef bu konuda çok zayıfız ve bunu başarabilen çok az oyuncumuz var.
Şimdi, realiteye, Türkiye realitesine sadık, bu toprakları ve bu insanları anlatan başarılı çalışmalardan bahsedelim. Hatırladığım en eski çalışmalar Yılmaz Güney’in yapıtlarıdır. Arkadaş (1975), Duvar (1983), Yol (1982) düpedüz “Anadolu ve kent” gerçekliğini ihtiva ediyordu. Bir şeye benzeştirme çabası olmaksızın, karakterlerin gündelik lisanı sinemaya ilk defa kattığı yapıtlar. 1985 Nesli Çölgeçen yapımı Züğürt Ağa’yı hatırlayın. Oradaki hikayeyi, kişileri, diyalogları inkar edebilir miyiz? Ağalık ve marabalar sistemi… Sakinleriyle birlikte satılığa çıkarılmış bir köy… İhtiyarlara satılan genç kızlar… Kent hayatında kaybolan kırsalın insanı… Tüm bunlar bu toprakların hikayesi. Ağa, Kekeç Salman, Kiraz… Binlercesi bu ülkede yaşadı. Haliyle, var olanların hikayesi Züğürt Ağa’yı bu yüzden bağrımıza basarız. Muhsin Bey’i de unutmayız. Emekli müzik yapımcısı Muhsin Bey’in, köyünden kopup gelmiş Ali Nazik’in elinden tutup onu bir türkücü yapma çabası, bunu başarmak için kendisinden hiç de beklenmedik şekilde suç işlemesini izlemiştik. Ali Nazik karakterinin türkücülükten, arabesk şarkıcılığına, içindeki saf köylüyü yok edip merhameti olmayan bir kentliye dönüşerek geçme hikayesi yeterince gerçekti. Fatih Akın’ın Hayatın Kıyısında, Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun, Nesli Çölgeçen’in Selamsız Bandosu, Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel ve sayılacak bir çok film, oyunculuklarıyla ve hikayesiyle bulunduğu coğrafyanın zamanını, iklimini ve yaşam şeklini yansıtan eserler olmuşlardır.
Oyunculuk performansındaki gerçekçilik konusuyla da ilgili olarak dikkat çekici bir örneği biraz detaylı vererek sinemamız adına gururlanmak istiyorum.
Yazı Tura. Uğur Yücel’in yönetmenliğini gerçekleştirdiği (hala onun yönettiğinden emin değilim) film, bir kısmı profesyonel olmayan oyuncularla çekildi. Kalburüstü performans gösteren Engin Günaydın, Olgun Şimşek, Erkan Can ve Kenan İmirzalıoğlu alkışı hak ediyorlar. İşin tuhafı bu oyuncuların bu filmden başka beğenebildiğim başka filmlerine henüz rastlayabilmiş değilim. Ama bu filmde yiğitlerin hakkını teslim etmemek günahtır. Doğruya doğru, eğriye eğri diyen samimiyet felsefesini koruyacaksak inkarcı olmayacağız.
Demek ki tüm öğelerin bir araya gelip de oluşturduğu o ahengin neticelendirdiği sinema kalitesinde, öğelerin ortak çabası söz konusu.  Demek ki kolektif düşünce… Demek ki titizlik… Ve demek ki istenirse oluyormuş. Yerel oyuncuların yerel lehçeleriyle ve son derece yerel duygularıyla bıraktıkları müthiş lezzet bu filmin taç noktasıdır. Her önüne gelenle sinema olur demiyorum ama başarıya giden yolda her türlü çaba ve hile kabul edilebilir. Amatörlerle yaratılan gerçekçilik havasının üzerine dokunmuş profesyonel oyuncu performansları -belli ki çaba gösterilmiş- izleyiciyi gerçek bir ciddiyete sokmaya yetmiş. İzleyici üzerinde istenen gerilim sağlanmış. Olgun Şimşek ve Kenan İmirzalıoğlu ile bu sahneler o kadar başarılı ki, kendinizi orada hissedebilirsiniz. Travmalar, isyan ve tükeniş çok gerçek. Sıkıntılar, takıntılar, gocunmalar ve beklentiler hayatın kendisiyle özdeş bu filmde. Bu sebeple eğreti duran çok fazla unsur göremezsiniz. Vakar, ama gerçekten vakar kişi yorumu veren Erkan Can’ın bu çalışmasına en iyi işi diyebiliriz. Şehirli sert çocuk Cevher (Kenan İ.) rolü taşımış. Cinsellik orantısında verilmiş (Yani kıç baş gösterelim derdi yok. Tamamen karakterin pis huyu verilmiş gibi). Gazi Şeytan Rıdvan (Olgun Şimşek) kompleksleri tam da bir harp malulü ayarında, fazlası yok. Sencer rolünde ki şerefsizlik o kadar gerçek, o kadar hayattan ki, sanki şimdi çıkaracağım bir yerlerden kim olduğunu. Kısacası son dönem Türk Sinemasında gördüğüm en derli toplu, kurgusunu baştan sona gevşetmeden, tempolu verebilmiş bir yapımdır. Sanki sinemamıza hediye edilmiş bir Kurosawa işi, bir katalizör, sihirli bir değnektir. İzlemediyseniz, izlemenizi öneririm.

Not: Son zamanlarda dikkatimi çeken bir oyuncu var. İsminin Yiğit Özşener olduğunu şu anda yaptığım küçük bir araştırmayla öğrendim. Gerçekten ifade gücü yüksek ve yapmacıklıktan uzak, mimiklerine hakim biri. Daha fazla izlemek isteyeceğim rolleri bulur umarım. Yetenekli. Onu, Aşk Tesadüfleri Sever ve son olarak da Kaybedenler Kulübü adlı filmlerden çıkarabilirsiniz belki (Neyse uzatmayım, şu Ezel dizisinde oynayan adam diyeyim de şak diye bilin.) Bu oyuncuyu takip edin. Biraz bir şey biliyorsam, bu oyuncunun en üstlere çıkacağını hep birlikte göreceğiz efendim.
Sağlıcakla kalın.

1 Mart 2014 Cumartesi

2014 Oscar Yazısı







Oy verseniz bir muhtarı bile seçemeyecek kadar az sayıda olsanız da sizi seviyorum ulan sevgili kitlem. Bu sene de oscar değerlendirmelerimi sizden esirgemeyeceğim tabii ki. Biliyorum ki ben yazmazsam siz kendi gruplarınızda nasıl görüş bildireceksiniz. Ortamlarda sinema bilmeyene kız veriyolar mı? Ve nerden bileceksiniz ne dolaplar dönüyor Losencılısda. O halde boynumun borcudur bu 2014 yazısı. Yazak da içimizde kalmasın ahali.

12 Years A Slave

Daha başlamadan şunu hemen söyleyelim de heyecanı kaçsın, işi olan da işine gücüne baksın; Bu senenin en iyi filmi teknik ödülleri alan film olacaktır. Bu aslında her sene böyledir ama bu sene biraz daha öyledir :) Çünkü bu sene vicdanları zorlayan, epik ya da tarihi çok aday verilmedi. Hemen aklınıza 12 Years A Slave geldi ama filmin yönetmenleri yapabilecekleri halde çok da ajitasyona girmediler. Hatta bu gayeyle işkence sahnelerini 40 metreden çekerek duygusallığı notralize ettiler. Halbuki konu dramken sonuna kadar vurmak gerekir kanaatimce. Amistad, Schindler List filmlerini anımsayın. Oradaki dram, çaresizlik, canavarlık, kurban edilen insanlar. Hollywood bayılır bu işlere... Aktris Lupito Nyongo tutkulu bir oyun ortaya koyarak bu havayı verse de film o atmosferi yaratmayı sağlayamamış maalesef. 12 Years A Slave filmi geceden tek ödülü olan en iyi uyarlama senaryo oscarıyla ayrılacak. (Yrd. kadın oyuncu ödülünde Lupito Nyongo Jennifer Lawrence kadar başarılı değil ancak bu losencılıslılar Jennifer Lawrence'ın oscar kontenjanını geçen yıl doldurduğunu düşünürlerse onun olacaktır. İşte bu Hollywood'un konjonktür adaletsizliğidir.)


Captain Philips

Ses miksaj, ses ve kurgu dışında hiç bir iddiası olmayan yapım. Ancak, bu kategorilerden hiçbirinde Gravity filmini geçemeyecektir. Ödül almaması muhtemeldir. Bir de utanmadan arlanmadan yrd. erkek kategorisinde aday göstermiş olmalarına hiç bir şey diyemeyeceğim. Bir Allahın kulu bana Barkhad Abdi denilen Somali yerlisinin nasıl olup da aday olduğunu, losencılıs tayfasının bunun neyine vurulduğunu izah etsin, ben sabaha kadar dinlemeye hazırım. Allah belanı versin Hollywood, sen insanlarla dalga mı geçersin. 


Philomena

Ödül törenine kadar vizyona sokamayan aracı firma ve sinema patronlarının, bi torrentini bulup da paylaşamayan torrent sitelerinin "Hemen izle, Hd izle, hepsini hemen izle" dediği halde her deneyişimde fos çıkan film izleme sitelerinin külli Allah belasını versin. Artık Oscar alacaksa da biz bilemiyoruz. Sorular da bilmediğimiz yerden çıkarsa sınıfta kalmış sayılmayız. Ama iyi film deyorlar. Ben bilemiyorum...


Dallas Buyers Club
Filmin bombası oyuncu Matthew McConaughey'dir. Daha önce Christian Bale vücudunu deforme etmekten keyif alırdı (ki gene American Hustlers için 15-20 kilo almış) bu sene Matthew da bünyesinin yarısını yok ederek AİDS'li kovboy rolüne adapte olmuş. Üstüne sağlam da oyunculuk koymuş. Bir de zamanlama olarak tam da oscar alacak durumda. Yani konjonktür müsaade ediyor. Geçtiğimiz yıllarda en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Christian Bale de yine kontenjan sorunundan dolayı alamayabileceği düşünülürse yağ da var şeker de. "E ne duruyorsun" derler adama.

Diğer taraftan gay rolüyle Jared Leto kalburüstü bir iş çıkarmış durumda. İki oyuncuya da saygı duyduk. O gece en iyi erkek oyuncular için savaşacaklar. Filmde başka bir şey göremedim.


Gravity
Parayı basınca ortaya neler çıkabileceğini görüyoruz. Sinema sanattır sanat olmasına ama görüldüğü gibi para her şeyi satın alabiliyor. Yazımın başında da belirttiğim gibi teknik ödülleri alan film gecenin en iyi filmi olacaktır. Teknik de maliyet demekse Gravity filmi bunu ziyadesiyle sağlamış durumda. En iyi efekt ödülü Gravity'ye gelmesin de kime gitsin Allahınızı severseniz (Hobbitle mobbitle olacak işler değil bunlar). Ses, ses miksaj, görsel efekt, kurgu ve sinematografi (görüntü yönetmenliği) dallarını alnının akıyla komple toplayabilir. Bunların hepsi teknik ödül. Gravity için müzik, senaryo, oyunculuk vb. sinema ruhunu yansıtacak o sanatsal dediğimiz hiç bir şeyi göremeyeceğiz belki de ama kalan her şeyi yerine koymuş durumdalar. Sadece görüntü yönetmenliğini Inside Llewyn Davis filmine kaptıracaklarını tahmin ettiğim yapım bundan sonrasını da kazanacak, hem yönetmen de hem de en iyi filmde gecenin şampiyonu olacaktır. Gönül böyle istemiyor tabi ama para aşkı da satın alabiliyor sayın seyirciler.


Her

Sen ne güzel bir filmmişsin Her. Ödülün az olacak, belki hiç bir ödüle bile layık göstermeyeceğiz seni ama bir kusurunu da söyleyemeyeceğiz.  Her şeyden azıcık ama kafi... Güzel oyunculuk, görüntü, müzik, senaryo, sanat yönetimi... (Bir dış ses bu kadar mı başarılı olabilir. Az daha zorlasa hiç gözükmeden oscar alan ilk kişi olabilirdi Scarlett Johansson)
Saygı duyulası güzel bir çalışma olan Her filmi "ne şehittir ne gazi" durumunda bu seneki ödül töreninin üvey evladı olacaktır.
Ama bu Losencılıslılarda şu kadar şeref, haysiyet varsa en iyi orijinal şarkıyı ve senaryoyu hakkıyla bu sahibine teslim eder. Ben ettim de o bakımdan.

Çok muhtemel bir şekilde en iyi orijinal şarkı (The Moon Song. Resmen bayıldım şarkıya. Aha da siz de dinleyin http://www.youtube.com/watch?v=SU6KFnGF9M8 ) ve en iyi senaryoyu alacaktır. 2 tane yeter bu güzeller güzeli yapıma. 


The Wolf of Wall Street

Ya bu Leo 48 senedir hiç değiştirmeden yaptığı o aynı hırçın, hırslı ve agresif yakışıklı rolüyle oscar alacağını mı sanıyor sevgili kitlem yağuu! Diyorum ki bazen bu adam rol de yapmıyor. Bildiğin adamın kendisi bu galiba. Haliyle Leo'nun huyunu suyunu hepimiz babamızın oğlu gibi tanımaktayız diyebiliriz. İyi de ben babamın oğluna da vermem bu oscarı. Leo'yu silelim filme gelelim. Adaylıklarını koydukları ne yönetmen Scorsese (Leo'nun dayısı galiba diyorum artık ) ne senaryoda ve ne de haliyle en iyi filmde iddia var (bence senaryo iyi sayılır). Bu filmin en iyi başarısı oyuncu Jonah Hill'dir. Bence fena değildir kendileri ve bu senenin en karakolluk kategorisi olan en iyi yardımcı erkek kategorisinde ciddi rakiptir. Konjonktür de ondan yana...(Ek: Bu filmde Matthew McConaughey'in 10 dakikalık bir rolü de var ama inanın bir 15 dakika kadar daha oynasa yardımcı erkek kategorisinde adaylık koyabilirdi. Ben onun bu filmdeki rolünü daha başarılı buldum diyebilirim ) 


Nebraska 

Altı dalda girdi ama altısından da cortlayacağını siz benden duymuş olmayın. En yakın ihtimal olarak erkek oyuncu ödülü diyebiliriz ama dememeliyiz; çünkü öyle bir ihtimal de yok. Bruce Dern'in oyunculuğu iyiydi ama bu sene adaylar kuvvetli. Görüntü yönetmenliği de öyle siyah-beyaz yapmayla olsaydı 1950 öncesi bütün filmler kırar geçirirdi. Tuhaf bir hikayesi ve tuhaf bir havası olan Nebraska filminde en iyi filme aday olacak kadar potansiyel var diyebiliriz. Ama hepsi bu kadar. Gecenin garibanı olacaklar.


American Hustle

Komple bir film. Bıraksanız yılın en iyi filmi diyeceğim ama bırakmayın siz beni. Bence oyunculuk performansı aşırı zorlanmış, oyunculuğa buram buram doyulacak bir yapım. Sadece adaylar değil filmde herkes başarılı diyebilirim. Christian Bale bana göre bu senenin en iyi oyuncuğunu ortaya koymuştur. Bradley Cooper, Amy Adams, Jennifer Lawrence uçmuşlar. Hepsi de oscar alabilir mi; alamazlar. Akademi müsaade etmez. Burada en zayıf halka Amy Adams. Onun da rakibi bu senenin bankosu olan Cate Blanchett. Bradley de zor grupta yarışıyor ama ben onun bu sene kazanmasını bekliyorum. Demin de söylediğim gibi Jennifer ve Christian yakın zamanda oscar almamış olsalar banko olacaklardı ama şimdi iş biraz değişti. Yine de ikisi benim favorim. Yine bana kalsa yılın en filmi olmalılar ama bana sormuyorlar biliyorsunuz.
10 Dalda adaylık var. Kostüm ve sanat yönetmeninde zorlayacaklar ama orada rakip The Great Gatsby. Bu filmle ilgili en büyük talihsizlik bu sene Gravity gibi bir filmin olmasıdır. Gravity tüm dengeleri bozdu ve ödüllerin bir yerde toplanmasını engelledi diyebiliriz. Gecenin ritmi birden bu ekibe dönerse Allah ne verdiyse toplarlar. Ödülleri 10/10 yaparlarsa ben mutlu olurum ama bu akademi beni ne zaman mutlu etmiş ki. Allahın belası losencılıslılar.


Ödüller üzerine genel not: Teknik ödülleri görüntü yönetmenliği hariç (ya da dahil)  muhtemelen Gravity alacak, orası kesin. Ancak akademi Gravity filmine bundan sonrası için "Dur! Sana bu kadar yeter" diyecek mi? Dese iyi olurdu. Eğer iş o raddede değişirse ibreAmerican Hustle filmine dönecek. O durumda Amerikan Hustle oyunculardan, belki sanat yönetmeni ve yönetmenle birlikte en iyi filmi alabilir. Bu dediklerim zor ihtimaldir.
Müzik konusunda neredeyse 40 saat düşünmeme rağmen The Book Thief ile Philomenafilmlerinden birisini ekarte edebilmiş değilim. Çok saygın iki çalışma var elimizde. Yine de The Book Thief gönlümden geçen isim oldu. John Williams uzun yıllar Spielberg'le de çalışmış, İndiana Jones, Jaws, Schindlers List gibi filmlerindeki o unutulmaz eserleri yapmıştı. Yıldız savaşları da ona ait tabii ki. Philomena da çalışmış olan Alexandre Desplat'da Benjamin Button'dan hatırlansın. Kalbim The Book Thief diyor ve uzatmıyor.The Great Gatsby filmi gecede en iyi kostüm ve en iyi sanat yönetmeninde yarışacaktır. Bu sene bu branşların bu filmde olacağını sanıyorum. Tek rakipleri American Hustle.
Ve son olarak görüntü yönetmenliğinde aşırı ve de aşırı beğendiğim adayım Inside Llewyn Davis, Gravity' nin bileğini bükerse bu sene ödülü alacak ve Coen'leri eve boş göndermeyecektir (Coenler yine filmde karakter yaratmayı başarmışlar ama konumuz dışı).Bir de Blue Jasmine var. Film bu sene Cate Blanchet ödül alsın diye yapılmış gibi. Cate hayatının performansını koymuş. Zannederim tüm kainat onun bu sene ödülü alacağı konusunda hem fikir (Ama arada zıpçıktılar yok mu; Var, olmaz mı).  
Mutlu seneler sevgili kitlem. Seneye biraz artarsanız Yenibağlar'a muhtar adaylığım söz konusu olabilir.

4 Mart 2012 Pazar

Üçlemeler Eşliğinde Devrilen Yeşil Bir Çam


Ön Bilgi:
B..unu Çıkarmak:
1.Bir iş veya durumda tatsızlaşmak (Kaba konuşmada)-Türk Dil Kurumu
2. Mübalağa kelimesinin argodaki karşılığı  - Her şeyin fazlasını yapmak ya da istemek  - Bir şeyi abartma olayını da abartmak-İTÜ Sözlük


Her şey tüm dünyayla birlikte atbaşı mesafede başlamıştı.
Fransız Lumiere kardeşler 1895’te Paris Grand Cafe’de ilk sinema filminin gösterimini gerçekleştirdiler. La Ciotat Garı'na Trenin Varışı. Dünyada büyük bir heyecan oluşmuştu. İnsanlık ilk defa kendini perdede izliyordu. Bu tartışmasız yüzyılın en büyük ve en ilginç keşfiydi.

Bundan bir yıl sonra aynı yapım İstanbul’da gösterildi. Yani, La Ciotat Garı'na varan treni kaçırmadık. Sadece bir sene... Kalsak kalsak sadece bir sene sinema teknolojisine ve kültürüne geç kalmışızdır. Evet, aya çıkamadık, sesten hızlı jetler de üretemedik. Çünkü geç kalmıştık. Fakat sinemaya çoğundan önce başladık. Endüstriyel ilk gösteriminden bir sene sonra İstanbul Galatasaray’da bir yahudi meyhanesinde çarptı sinemanın evrensel ışığı Türk perdesine. “Hayırlı olsun”du. Ama olmadı. Şu kötü huyumuz tuttu.
Peki ne oldu da işler kötüye gitti? Ne oldu da çektik elimizi bu işten? Ne oldu o koşuşturmalı, itiştirmeli sinema salonu kuyrukları? Sülalecek yan yana koltuklarda oturarak çekirdeklerle (veya Ege’ye yakınsanız çiğdemlerle) naralar atarak film izlemeler.

“Yuuuh. Ocağın sönsün. Ne istedin sevenlerden.”

Ne oldu bu ambiyansa? Evet...Bir zamanlar başarmıştık. Şimdi ne oldu?
Hayır efendim, şimdi bir şey olduğu yok. Olan son 40 senede oldu. Fail değil, mağduruz. Sinemayı öldüren, bu ülkeye sinemayı ilk getirenlerden aldığı bayrağı kepaze eden bir önceki kuşaktır.
Yani katil (k)uşak.

İstanbul'da Bir Facia-i Aşk - 1922
Aysel Bataklı Damın Kızı - 1934
Vurun Kahpeye – 1949
Kanun Namına - 1952
Halıcı Kız - 1953
Meçhul Kadın – 1955
Üç Arkadaş - 1958
Yalnızlar Rıhtımı – 1959
Sokak Şarkıcısı – 1959
Gurbet Kuşları – 1964
Senede Bir Gün – 1965
Dudaktan Kalbe – 1965
Çalıkuşu - 1966
 Yaprak Dökümü – 1967
 Arkadaşımın Aşkısın - 1968 
Vesikalı Yârim – 1968
Makber – 1971


Bu saydığım filmlerin hepsi de dönemlerindeki batı sineması örnekleriyle denklik gösteren yapımlardı. Hikayelerdeki çeşitlilik, teknik imkanlar ve oyunculuklar bakımından çağdaşı diğer yapımlarla eşit olgunluktaydı. Ama hatalar zinciri ardı ardına geldi ve biz kulvardan çıkmış bulunduk.
Mesele uzundur. Öyle tek bir sebebe dayanacak değildir tahmin edersiniz. Devrilen bu köklü çam ağacına inen baltalar hangi kollardan indi; inceleyelim.
Türk izleyicisinin, okurunun, haber alanının, kahvede okeye döneninin görsel sanatlarda, masallarda, kuytu hikayelerinde veya dedikodularında ilgisini cezbeden 4 ortak özellik vardır. Mizah, şiddet, kadere isyan ve cinsellik. Başka değil. Sinemada da bu böyle.
Gerilim sevmez.
Dramadan tiksinir.
Müzikal mi? O da ne?
Aşk teması da duruma göre. Sevenler kavuşuyorsa kimin umurunda. Sevenleri bir zalim ayıracak ki tadı çıksın (Hatta, şöyle tecavüz falan...).
İşte dört elementimiz. Bükün bükebildiğiniz kadar. Beğenilerimizin yolu öylesine ortak, öylesine tahmin edilebilir ki; bu ülkede hemencecik herkes oyuncu, yönetmen, hatta büyük oyuncu, büyük yönetmen ve daha da hatta idol oyuncu, idol yönetmen olabilir. Çünkü o iş bizde biraz tipe bakar. Sektöre yetecek kadar sarışınımız vardır. Behlül’ümüz iyi bir oyuncu olacak kadar yakışıklıdır. İki bakış attı mıydı, eller oyunculuk görsün. Nurgül Yeşilçay’ımız o manasız mat bakışlarını ve duygusunu asla yansıtamadığı ses tonunu kamufle edecek kadar seksi midir bilmem ama her nedense idoldür kendileri. Sebebi yok. Adını öyle koydular bir kere. Issız Adam yada Mustafa Hakkında Her şey film milm değildir ama baş yapıtımızdır, yetmez mi. Bir sürü ödül verilerek tescillendi efendim. Hadi buyurun, şimdi buna itiraz da edemeyiz. Yahu bu memlekette Özcan Deniz başımıza jön kesilmiştir, ne sinemasından bahsediyoruz. İşte bu, kiminin tipine, kiminin seksiliğine, kiminin de yaşına hörmeten yaratılmış olan sahte idol çöplüğünde sinemamız kaybolalı yıllar olmuştur. Boş meydan suni olarak doldurulmaktadır efendim. Esas değerlerimiz demin bahsettiğim 4 merakımızın abartılmasıyla terk etmiştir bizleri. Neydi bunlar; mizah, şiddet, kadercilik ve cinsellik.

Mizahın Türk sinemasına izdüşümü Münir Özkul, Şener Şen, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Kemal Sunal, Şevket Altuğ ve daha bir çok oyuncunun canlandırdığı Neşeli Günler, Gırgıriye, Kibar Feyzo vb. şekillerde olmuştur.Çok sevmişizdir o aileyi. Hala da severiz değil mi? Ancak tehlike bundan sonra başlamıştı. Sevgili Kemal Sunal hiç bir şeyin sorumlusu değil muhakkak ama İnek Şaban asla o Hababam Sınıfı’ndan dışarı çıkmamalıydı.

Kemal Sunal’ın İnek Şaban'laşması ve Tek Tipleme Sorunu

1975 Yılına kadar oynadığı filmlerde birkaçı hariç küçük rollerde yer alan Sunal, Hababam Sınıfı filminde kendini kanıtlamış ve dönemin izleyicilerinin büyük beğenisini kazanmıştı. Saf ama iyi kalpli İnek Şaban’ın tavırları ve söylemleri gündelik dile geçmiş ve herkesçe o denli benimsenmişti ki canlandırdığı Şaban tiplemesi filmin üzerine çıkmış ve sinema tarihimizde kendi yolunu kat etmiştir. Bu isimdeki tipleme ile yaklaşık 30 filmde daha boy gösteren Sunal, diğer filmlerinde farklı isimlerde görünmüş olsa da canlandırdığı tüm rollerde aynı kişiyi canlandırmış, yani o saf, komik ve temiz yürekli o kişinin dışına çıkmamıştır . Son kollektif komedi filmlerini Tosun Paşa 1976, Süt Kardeşler 1976, Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı 1976, Şaban Oğlu Şaban 1977, Hababam Sınıfı Tatilde 1978 ve Kibar Feyzo 1978 gibi örneklerde gerçekleştirdi ve bu tarihlerden sonra kadrosu yavaş yavaş azalan, gittikçe tek role sivrilen filmlerle dolu bir döneme ilerledi. Tüm bunlar olurken her taraftan alkışlanıyor ve yeterince kazanıyordu. Kapıcılar Kralı filmi ona en iyi erkek oyuncu ödülünü de getirmişti. Her şey yolundaydı. Yapılması gereken, talebi karşılamaktı.

Bu durum onun oyunculuk mesleğini tek tipe indirgeyerek baltalamış gibi gözükse de toplumumuz hep aynı şey istemeye devam etmiş ve Kemal Sunal’ı farklı rollerde görmek istemeyerek yararı olmayan  bir beğeniyle Kemal Sunal’ı seçeneksiz bırakarak hem onu hem de Türk Sinemasını uyuşturmuştur. Bu o kadar belirgindi ki, Şaban isminde veya tipinde olmadığı yapımların akabinde beklenti oluşmakta, hemen bir Şaban getirilerek toplumun ihtiyacı giderilmekteydi. Apaçık tehlike devamlı izlenen bir oyuncu olarak Sunal’a bir son getirmese de sinemamız en büyük komedi unsurunu başka bir tipe sokamıyor, tipleme çeşitliliğinden uzaklaşılarak hazıra ve kolaya kaçmayı sürdüren yapımcılar sayesinde geriliyordu. Sadri Alışık, Öztürk Serengil ve Vahi Öz’ün canlandırdığı Turist Ömer’li, Kelaj’lı o farklı tatlarla zenginleşmiş  ellili ve altmışlı yıllar dönemi çoktan unutulmuştu. Artık aynı kişiler, aynı tipler ve senaryolar isteniyor ve izleniyordu.

Sinemamıza 1970 ve 1980 yılları arasında müthiş işler olarak kabul edebileceğimiz Sev Kardeşim, Mavi Boncuk, Aile Şerefi, Gülen Gözler, Neşeli günler, Gırgıriye vb. yapımları kazandıran o olağanüstü ekip Adile Naşit, Münir Özkul, Şener Şen, Müjdat Gezen ve bir çok oyuncu yavaş yavaş elini eteğini çekiyor ve koskoca meydan Şaban’a kalıyordu. Etrafındaki oyuncu kadrosu dağılmış, onun son rol arkadaşı olarak geriye yeteneğiyle kendini diğerlerine göre daha ileriye götüren ve filmlere en az onun kadar ağırlığını koyabilen Şener Şen kalmıştı. Süt Kardeşler, Kibar Feyzo ve Şabanoğlu Şaban’dan sonra  bu ikili son olarak Davaro adlı filmde rolleri paylaşacak ve sonrada yollarını ayıracaklardı. (Daha sonra Şener Şen, Yavuz Turgul ve Nesli Çölgeçen gibi yönetmenlerle daha sosyal içerikli komedi filmleriyle tarzını modernize ederek farklı yol almış ve bu yönetmenlerle birlikte Muhsin Bey, Selamsız Bandosu, Züğürt Ağa gibi filmler yaparak sinemamıza büyük hizmetler etmiştir.) 
Yıl 1980 olduğunda mizah demek Şaban demekti. Diğer komedyenler neredeyse yok olmuşlardı  ve artık Kemal Sunal da yoktu. 40 Senelik komedi filmleri tarihimizden geriye sadece Şaban kalmıştı.Ve artık, ardı ardına Şaban filmleriyle geçen seksenli yıllarda Türk Komedi Sineması yok olmaya doğru tek oluktan akıyordu.
Sorumsuzluk kimdedir.
Kemal Sunal’da mı?
Olmadığını biliyorsunuz. O halde?

Sevilene duyulan hissin tadında bırakılmasıyla onun mevcut kalacağını bilemeyen tüketim çılgını halkımızda mı?
Eh işte biraz, ama değil. Ee?
Sorumsuzluk tabii ki tüccar kafa yapımcılarımızdadır. Kabul edelim ki sinema sektörünün patronları bunu kazanç sağlamak için yapmaktadırlar ama hiç olmazsa kazançların daimi için sektörün ayakta kalması ve bunun içinde çeşitlilik yaratılması gerektiğini de kendi ticaret felsefelerine dahil edebilselerdi keşke. Kimse sonsuza kadar aynı yemeği yemez. Toplum bunu istiyor demek sanata ihanettir. Eğer sanat adına toplumun iyiliğini çokta düşünüyorsak onların reddi pahasına yapılması gerekeni yapmalı, alternatifler oluşturulmalıydı. Ama izleyiciye alternatif getirmekten korktular. Havayı bozmak istemediler. Gişeyi küstürmekten çekindiler. Ve izleyicimiz daha iyisini görene kadar elindekinin ne mal olduğunu asla bilemedi.

Bugün hiç bir oyuncu tek bir çizgide kalmak istemez. Bizim kalitesi bozuk manken oyuncularımız bile bu havadadırlar. Dünya firmaları da bir sene içerisinde aynı tarz film yapmaktan kaçınırlar. Bildiğiniz, sırf gerilim filmleriyle özdeşleşmiş ya da sırf western türü filmlere bağlamış şirketler var mı? (İstisna Walt Disney’dir. Disney çocuk dünyasına hitap ettiğinden animasyon, masal, sevimli hayvanlı filmler falan yapmıştır <İç Parantez: Sevimli kelimesini  sonradan eklemem gerektiğini düşündüm>) Sonuç olarak kimse gerek ticari gerek sanatsal kaygılardan dolayı tekdüze kalmak istemez. Çünkü bilirler ki, önce onları oluşturan öğeler sonra da sektörün kendisi yıkıma uğrar.

Velhasıl Kemal Sunal gibi tipleme potansiyeli yüksek bir oyuncu da başka hiç bir imaj gösteremeden gitti bu dünyadan ve kendisinin bile kurtaramayacağı sinemamız da aldığı morfinin etkisinden maalesef ölene kadar hiç çıkamadı. Milletimiz takıntılı olduğu olgulardan birisi olan mizahı hiç bıkmadan ve aynı şekilde, abartarak, doya doya almış; Turist Ömer’leri, Cingöz Recai’leri, Kelaj’ı, Adile Teyze’yi, “Atma” Ziya’yı, Mahmut Hoca’yı, Çingene Güzeli Baryam’ı, Zeki-Metin’i ve bir çok karakteri ile birlikte sinemamızı yok etme pahasına, sonuna kadar b..kunu çıkarmıştır efendim.

Cüneyt Arkın ve geri dönülmez kabadayı olgusunun millet çapında hazmı.

1964 Gurbet kuşları, Gözleri Ömre Bedel,  İstanbul Sokakları
1965 Fakir gencin romanı, Dudaktan kalbe, Satılık Kalp
1966 Yakut gözlü kedi, İki Yabancı, Cibali Karakolu
1967 Bir Şoförün Gizli defteri, Yıkılan Yuva, Zengin ve Serseri
1968 Son Vurgun, Yüzbaşının Kızı

(Bir Dönemin Sonu)

1969 Malkoçoğlu - Cem Sultan, Malkoçoğlu - Akıncılar Geliyor
1970 Adsız Cengaver
1971 Ölüm Fedaileri
1972 Fatihin Fedaisi Kara Murat, Battal Gazi’nin İntikamı
1973 Savulun Battal Gazi Geliyor, Kara Murat – Fatih’in Fermanı
1974 Karateciler İstanbul’da, Kara Murat – Ölüm Fermanı, Battal Gazi Destanı           
1975 Babaların Babası, Aslan Adam
1976 Babanın Suçu, Mağlup Edilemeyenler
1977 Yıkılmayan Adam, Kara Murat - Denizler Hakimi, Hakanlar Çarpışıyor, Altay'dan Gelen Yiğit
1978 Kılıç Bey, Kara Murat – Devler Savaşıyor, Kaplanlar Ağlamaz, Baba Kartal
1982 Son Savaşçı

Tam anlamıyla bir jöndür. Yakışıklılık, karizma ve bakış dönemin oyunculuk yükünü kaldırabilecek yeteneğiyle birleşince ortaya bir star çıkıyor. İtirazımız yok tabi. Boru değildir tamı tamına 270 film. Sene de iki film yapsan 135 sene yaşamak lazım. Zannederim bu sorun fark edildiğinden sene de 7 film çekmeye giriştiler. Vakit dardı. Peki nerden gelecek o kadar senaryo, cast, teknik-teknolojik işler, plato masrafları falan.  Olamazdı. O yüzden tek senaryo üzerinden, aynı mekanda ve aynı dekorda  devam etmek gerektiğini düşündüler. Eh, ancaydı. Yoksa sekiz tane Nobelli yazar tutsan yetişemezdi sinemamızın süratine. Bir an önce bir şeyler çekilip gişe ele geçirilmeliydi. Seyirci ne olursa olsun geliyordu. Yeter ki sen kafa göz kır, dayak at.  Hani şu "vurdulu kırdılı" filmler dediğimiz canım. Lafa bakınız; “vurdulu”. Bir de sert vurulduğundan olacak sanıyorum “kırdılı”. Peki bu nedir;  Bizim toplumca ikinci eğilimiz olan şiddet merakımız. Asla olamayacağımız ama model olarak iki dakikada devşirilebileceğimiz delikanlı duruşları. Geri zekalı olabiliriz, beceriksiz de olabiliriz, ama her durumda delikanlıyızdır efendim. Delikanlı dediysek öle sözünün eri , dürüst manasında değil. Önce vuran , sonra vurduğunu da kıran cinsinden. Hani şu lise kapılarında zibidilerin birbirine giriştiği delikanlılık. Düpedüz kavga etme yeteneği. İşte biz ona özeniriz. Net anlatabildim mi? Goynümüzün o telini yıllarca dıngırdatan Cüneyt abimiz ve patronları sinemamızı yine tek tipe ve bitişe götürdüğü yetmezmiş gibi bir de bu milleti içinden çıkılamaz bir anarşiye, laf anlamazlığa, her durumda ve her an dövüşebilme potansiyelinde bir manyağa çevirmiştir. Kavga etmeyi bilmemek ayıp olmuş, kız verilmemiştir. Dinlerin, ahlakın ve çağdaş ulusların karşısında durduğu kavga, savaş ve şiddet bir şekilde bizim toplumumuzda meziyet haline gelmiştir. Biz böyle olduğumuz için mi sinemaya kabadayılık girmiştir yoksa bu filmlere mi uydu toplumumuz, ya da her ikisi de mi birbirini körükledi bilinmez ama bunun neticelerini hala günümüzde kimi vadilerde,”Bu bir mafya dizisidir”lerde (Söylemeseler sanki anlamıyorduk), Ezel’lerde görmekte ve sosyal bir rahatsızlık olarak çekmekteyiz. İnşallah başka bir yazımda bu konuya değinerek şiddet kusmaya devam eder ve tribünlerden bolca takdir görürüm ancak burada sinemaya dönüyorum.

Gelelim şu tarihi dediğimiz filmlere. Sinemamızda Cüneyt Arkın’lı bir tane bile tarih filmimiz yoktur, emin olabilirsiniz. Yapılan Malkoçoğlu filmleri birer Kill Bill’dir. Malkoçoğlu Vol-1 , Vol-2 ...... Vol-43 filmlerinde bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Binlercesini kesip biçen, kaleler alan, o arada prensesi odasına girerek öpebilen eşsiz bir kahraman Malkoçoğludur bizim tarihimiz (Aynı zamanda romantikdir. Kapıdaki muhafızları kılıcıyla canavarca keserek kanlar içinde öldür, sonra da sevimli bir suratla prenses bilmem neyin karşısına çık). Dinini satmaz, yalanı hiç sevmez, dürüstlük abidesidir ama nedense ırza geçmekte sıkıntı yoktur. İşte bu yönüyle daha bir ayrı kabullenilir toplumumuzda. “Vay kerata vay” dır kendileri. Sonra zindanlara da düşer ama 15 sene çürümek ne kelime; fit oğlu fit olarak çıkar. Aslında zaten çıkabilecek potansiyelde vardır ama her nedense birileri gelip elindeki ince urganı çözmeli. Yoksa zaten parmaklıkları büke büke çıkarken onu tutabilecek mi vardır.

Cüneyt Arkın da Kemal Sunal gibi patronların kazanç hırsına kapılarak o çok yönlü oyunculuk hayatını terk ederek gittikçe daha kabadayı rollerin adamı oldu çıktı ve sinema geçmişini katmazsanız bile toplumumuzca bir delikanlılık simgesi haline geldi.

Şimdi bazıları, “Kill Bill film oluyor da Malkoçoğlu neden olmuyor?” diyebilir ama fark şu ki Kill Bill yapımcıları Kill Bill çektiklerinin farkındalardı. Yani abartmaya ruhsat vardı. Ama Malkoçoğlu tarih filmi yaptığını zannediyordu. Daha da kötüsü, bir millet öyle zannediyordu ve tarihini ne de güzel öğreniyordu.  Şimdi gülüyoruz değil mi? Önceden gülmüyorduk. Peki ne yapıyorduk; Sadece hafiften b..unu çıkarıyorduk.

Her kasete klip değil film

“Şimdi her şarkıya niye klip çekip masrafa gireceksin. Yapın efendim bir film tüm şarkılarınızı filmin atmosferine göre uydurarak (Yada filmi şarkıların atmosferine göre uydurarak denmeli) söyleyin gitsin. Üstüne de para kazanacaksın. Hem kasette hem gişede. Korsanda yok Youtube da."

Bu süper fikir tüm arabeskçilerce tuttu ve arabesk şarkıların ana teması olan kader, hikayelere, oradan sanayi sitelerimize, oradan dolmuşçulara, oradan dolmuşlarda işe gitmekte olan bizlerin bünyesine, oradan da toplum hayatımıza entegre oldu. İşe bakın siz. Sadece kaset tanıtmak  istemişlerdi ama bırakın sinemayı, başka bir sosyal felaketle toplumumuz ne hale getirildi.
Aşkı Ben mi Yarattım , Batsın Bu Dünya, Ben Doğarken Ölmüşüm, Derbeder... 
Bireyler kişiliklerini bu modlara taşıdılar. Onlar da kaybetmiş, doğarken ölmüşlerdi. Böyle böyle Türk insanı 70 senesinden 80 senesine kadar bıkmadan zırıl zırıl ağladı. Verdi parayı girdi sinemaya ağladı. Verdi parayı aldı kaseti ağladı. Ağlatan filmler öyle istenir oldu ki sinema patronlarımız dozu arttırdı (Yani b..unu çıkardı) ve yapımlardaki kötü adam tiplemeleri işi gücü bıraktı tüm varlığıyla hasetlik, arabozuculuk, fitnelik yapmayı hayat felsefeleri haline getirdi. “Kötü adam” tipi nedir bilirsiniz. Şu “Bad Guy”a benzemez. “Bad Guy” sinsidir. Ne yapacağını kestiremezsin. Ama  bizim kötülerin içi dışı birdir. Güle oynaya, bağıra çağıra ayırırlar sevenleri. Asar keser, çalar, kırar, tecavüz eder, hapse attırır, kör eder… Ama sevenler ve biz izleyiciler için bunlar başa geldiyse çekilirdi. Her şey kaderdi, vatan sağ olsundu falan filan derken bir yanda salya sümük mendillere sümkürürken, bir yandan da ulusal tepkiselliğimizin de sinemamız gibi yitikliğe doğru gittiğini izliyorduk. Gözün kör olsun be kader. 


Soft porno

1990 yılında bir film geldi Türkiye’ye; Temel içgüdü. Düzeltiyorum Temel İçgüdü- Sansürlü. Kuyrukları görmeliydiniz (Evet efendim bende o kuyruklarda sıra kavgası ettim). Bir sinema olayıydı. Yapımda cinsellik, starların yatak sahnelerinde daha cesurlaşması anlamında bir adım daha ileri gidilmişti (Şimdilerde bu sınır Anti Christ filminde iyice çözülmüş, gönüller rahatlamıştır). Türk izleyicileri  buna tanık olmak istediler ve koskoca yapıt böylece geçip gitti. Sharon Stone’u o halde görenler ferahladılar. Peki ne klasta bir film olarak telaffuz edilir bu Temel İçgüdü; Erotik.
Bunu gören muhteşem yönetmenlerimiz de Türk Sineması’na hür adımları ilk ben getireceğim yarışına girerek ardı ardına cinsellik işleyen değil de, cinsel filmler yaptılar. Sıra dışı yönetmenlerdi  ya. Zaten Antalya'daki salaklar heyetinden 8-10 kilo altın portakal kaptı mıydı iş bitiyordu. “Ne sanat yapıyoruz ulan” diyorlardı kim bilir.
Yalnız çakamadıkları bir şey vardı. Yanlış anladıkları… Temel içgüdü’deki cinsellik gerilimin üzerine öyle güzel işlenmişti ki filme erotizm diyebilmek adaletsizlik sayılırdı. Senaryo o kadar derindi ki, soyunan Sharon Stone değil canlandırdığı karakterdi. Böyle bakınca, Temel İçgüdü bir gerilim filmidir aslında. İşte bunu sağladığınızda cinsellik sinemanın içinde yerini alır. Yoksa mastürbasyon yapan Hülya Avşar, telefon kulübesinde  bilmem ne eden Oya Aydoğan sadece kendini rezil etmiştir. Kimileri de buna cesaret dedi tabi. Cinsellik, hikayenin içinde yerini almalı. Yani, yeri gelmeli ki estetik dursun. Ağzımıza kadar sokarsanız, ona olsa olsa  “Tinto Brass” işi denir.
Sinema da cinsellik var, amenna. Her türlü sinemaya girer. Neden?  Çünkü hayatın içinde de var. Hayatta varsa sinemada da olacak. O bağlamda cinsellik teması sinemaya girebilirdi. Ancak sinema, cinsellik sergilemek veya şehvet vermek adına (Kısacası fakir eğlencesi olmak adına) cinsel zevkler sektörüne giremez. Sinema kendi terbiyesini bozmaz. O filmler sinema değil kayıttır. Yok hepsi sinemadır diyorsanız kimse sinemamız ölmüş demesin ve açsın bakalım adult forumlarda ne kadar da çok sinemacımız mevcutmuş görsün.

Tabi her şey çok önceleri başladı. O zaman Temel İçgüdü falan yok tabi. Masum aşk filmlerinde ortaya çıktı bu açlığın varlığı. Esas oğlanın kızı deniz kenarında öptüğü sahnede. Tabu eziği insanımızın bünyesinde bir kıpırdanma yaratmıştır bu sahne. Daha ne kadar ileri gidilebilirdi. Yani oğlan kıza daha ne yapabilirdi. Kötü adamı bıraksan her türlüsünü yapardı ama niye bu saf çocuk neden sadece öptü?
İhtiyaç burada doğdu. Mesaj, arz edenlere intikal etti. Patron istese en kralını da yapardı ama millet ne derdi yahu. Öyle düpedüz halvet yaratılır mıydı. Olmazdı. Onun için komediye karıştırdılar. İzleyici güya komedi filmi izliyordu. Parçala Behçet , Üç Tavuk Bir Horoz, Ayıkla Beni Hüsnü arka arkaya geldi. Yeni bayan ikonlar türedi. Komedyenlerimiz zıvanadan çıktı. Onlar çıkınca millet daha da çıktı. Gençlerimizin talebi kabardıkça kabardı (!). Arz sahipleri maliyeti düşürüp gişeyi artırırken tuhaf bir izleyici kitlesi oluşturduklarını düşünüyordu. Kontrol edecek bir mevki mevcut değildi (Rtük’ün sanat kaygılısı olanı). Ayar kaçtıkça kaçtı. Abartabilmeye meydan okundu. Bekar kuyrukları uzadıkça, patronlar karı (Pardon, star) ithal etti. Lümpen zorladıkça Aydemir Akbaş daha da zorladı. Müthiş bir galeyan içinde, arkası gelmeyen isteklerini bastıramayan sersefil, perişan ve bitkin haldeki kuduruk kitlenin “Aç! Aç!” nidaları eşliğinde sevgili ikonamız, her şeye meydan okuyan, milletin binlerce yılda besleyip büyüttüğü o güzel terbiyenin de içine ederek ve ne olacaksa olsun sarhoşluğunda  bir cesaretle üzerindeki son bez parçasını, donunu abazalarımızın suratına fırlattı.

Oleeeeey ! (Kitlesel tatmin efekti)


Soft yetmez sert porno

O don çıkmıştı bir kere. Artık kimseler ses edemezdi. Öyle terbiyesine çok düşkün varsa sinemaya gelmesindi.  Artık onlara ihtiyaç mı vardı efendim. Sinema salonları yine dolup taşmıyor muydu. Fakat bu defa biraz tuhaf kokmaya başlamıştı. Olsun, o da problem değildi. Zaten gelenler şikayet etmiyordu ya. İşler bu defa çok iyiydi. Sinema altın çağını yaşıyordu resmen. Krzysztof Kieślowski var olsun ama bizim üçlemeler daha bir rengarenkti. Sinema salonlarında filmler üçer üçer gösteriliyordu artık. İzleyici o kadar vefalıydı ki aynı filmi tekrar tekrar izliyordu. Senaryo çok başarılı olacak ki,  defalarca izlenmesine karşın konusu anlaşılamayan, bu sebeple de eskimeyen filmler zamanıydı. Sonra, artık jönlere de leydilere de para pul saçılmıyordu. Bayanlar artık sinema salonlarının önünden geçemiyordu. Çünkü posterler affedersiniz boy boydu. Paydos eden inşaat işçisi, talebeler, çarşı izninde erat, evliliğinden umudu kesmiş genç, yaşlı, emekli, herkes soluğu nerede alıyordu; Sinemalarda.
Benim milletim azla yetinmez. Üzüm değil bağı ister.
Bu konuda yazacak bir şey yok.


Emrah Kıpırtısı

Literatüre Karp-Flatt Ölçütü veya Lorenz Eğrisi tadında bir yankı bıraksa da bugün dimağlarımızda bir dalga geçme, eğlenme hissi veren, saygı duyulmayası ama yine de ezber bozan bir çaba olması hasebiyle sırtını sıvazladığımız küçük Emrah’ın bu gayreti de yetmemiştir sinemamızı kurtarmaya (Küçük Emrah diye vurgulamak istiyorum zira büyük Emrah’ın film serüvenleri boş veriniz ve becerebilirseniz unutunuz). Emrah filmleri sinemamızın, neslinin kurumadan önceki son örnekleri sayılabilirler. İzleyiciyi bulmuştur. Yine, kötü adamın zulmü, ayrılık, parçalanma gibi klişelere sığınılmıştır ve yine kötü adamlar türemiştir. Bu defa daha gerçekçi tarzda olan kötü adamlarımızın yeni silahı ilaçlı gazoz olmuştur. Bu silahı en iyi kullanan kötülerimizden Nuri Alço’yu herkes Emrah filmleriyle bir tutar ama aslında beraber tek film yapmışlardır ve Nuri Alço’nun topu topu bir kere terbiyesizliği olmuştur Emrah’a (onu da amca, baba yarısıdır falan filan yutturdu zaten. Yani aralarında bir kırgınlık olduğunu sanmıyorum).
Emrah dönemini 70’li yılların arabesk furyasına katmamamın nedeni, 80 yıllar ortasında olması, porno furyasına aykırı tek başarılı hareket olması ve beraberinde başka küçük şarkıcı furyası başlatması sebebiyle kendine has bir dönem oluşturmuş olması diyebilirim. Emrah belki gişe yapamamıştır ama çok fena VHS satmıştır. Lakin işi çok götüremedi. Çünkü büyümüştü. O, Küçük Emrah olarak vardı. Küçük kalamadı.
Çocuk starlar büyüyünce büyük star olamıyorlar ne yazık ki. Bakınız, Harry Potter bile son işini yaptı. Yoksa askerlik çağına geldi kerata. Ama gavur duracağı yeri biliyor. Yoksa b..unu çıkarıp sinema sanatına şöyle bir eser armağan da edebilirlerdi alimallah.  Harry Potter Askerde “Vatan Sağolsun”
Amatör kamerayla maliyetine satışlar
Gişenin sağı solu artık belli olmuyordu ve kazancın garantisi yoktu. Starlara verilecek para olmadığından Türkan Şoray, Kadir İnanır klasındaki oyuncularda teker teker sahneden çekiliyorlardı. O şöhretin ve kazancın bir gün biteceğine asla ihtimal vermeyen oyuncu ve figüranlar ortalarda kalmışlardı. Lokavt patronları 3. Sınıf oyuncularla film üretmeye çalışıyorlardı. Kriz sektörün her basamağını vurmuş, fabrika durmuştu. Sektörün laboratuar ayağı da tüm diğer unsurlar gibi bir maliyet haline gelmişti. Devir hesap devriydi. İşte o zaman laboratuarlara, sinematografiye ayrılan paranın kısılması gereği doğdu. Bundan sonra da projelerde ne görüntü, ne de ışık efekti iplenmemeye başladı ve doğru tahmin ediyorsam hepimizin iğrendiği, düğün çekimi kıvamında bir vizyon doğdu ve şükürler olsun ki çok sürmeden yok oldu gitti.

Diğer Klişeler

Yukarıda dönem dönem Türk Sinemasının bitişe doğru gidişinden bahsettik. Onu yok eden unsurlardan bahsedeceksek, sinemamızın katillerinden birisi olan aynılıktan de bahsetmek gerek. Zengin kız, fakir çocuk. Tam tersi; Fakir kız, zengin çocuk. Statüko farklığındaki kişileri uyuşturma çabasındaki gereksizlik ve zaten başarılamayacağı gerçeğinin görülemeyişi... "Alt tabakanın üst tabakaya posta koyması" hikayesi ile alt tabakanın kendisine sağladığı gişe gelirini afiyetle yiyen üst tabaka ironisi. İki taraf da galip.
Bunun şimdiki versiyonlarını da görüyoruz efendim. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” (Cevap: Dekolte giymesi) vb. TV dizileri de hala bu eski alışkanlığımızın üstünü kaşıyor. Bu ne adice bir hazıra konmaktır tarif edemeyeceğim. Bu konuya girmeyelim şimdi (Zaten efendim, konu dizilere geldi mi kalp ritmim bozuluyor).
Klişeler. Tüm dünya sinemasının ortak sorunudur ancak bizde ayrı bir sorundur. Çünkü dünya klişeler içinde zaman zaman iyi örnekler vererek durumu kurtarmayı hep bilmiştir ama bizde klişeler uzun yıllarca bir sorun olarak algılanmak şöyle dursun bir talep durumundaydı. Seyircimiz sürpriz sevmiyor, her şeyden haberdar olmak istiyordu. Onun için ters köşe senaryo gerekmiyordu. Birlikte izlenen filmlerde bilenler bilmeyenlere kesinlikle anlatıyor ve film zevki denen herhangi bir olgu da bu yüzden oluşamıyordu. Bu yüzden yapımcıların izleyiciyi şaşırtmak veya ilgiyi diri tutmak gibi bir sorunu yoktu. Yeni bir şeyler üretilmiyor ve çaba gösterilmiyordu. Yıllarca durgunluk yaşandı. Konu hep aynı kalıyor, tekstlerdeki isimler değişiyordu sadece. Sonra bu kronik kabızlığa dönüştü. Ve bugün çoğu alanda hala da çekmekteyiz sanıyorum.

Buyurun cenaze namazına

Kaybedilen zaman bugün telafi edilir mi; umulur ama daha birkaç fırın ekmeği yemeden önce kötü alışkanlıklarımızdan kurtulduğumuza emin olmamız gerekir. Acele edip de yanlışlıklar üzerine yeniden eğri bir bina çıkmayı istemeyiz. Şimdilerde çok beğenmesem de yeni bir şeyler denenmekte. Yapımlarımız kendilerini Avrupa otoritelerine beğendirmeye başladılar. Oscar’a aday adaylığını da aşabileceğiz bir gün; bu kesin. Şu anda iyi filmlerin kendini belli ettirebileceği bir “Kötü filmler” zemini oluştu. Bunun üzerine çıkılması için yapılması gereken başarısızlara benzememeye çalışmak (Bu bağlamda en büyük sorun başarısız filmleri başarılıymış gibi kabul etmek ve ödül vermektir). Beş ila on yıl içinde sektörümüz kendi gerçek yönetmenlerini bulacaktır. Onlar güzel işlerini ortaya koyarken, gelmiş geçmiş bütün o yanılgılar denizinin dalgalarını kolayca yaracak ve sinemamızı olması gereken o yere; La Ciotat garına geçte olsa yetiştirecektir. Yine hazırcılar olacaktır. Yine paraya odaklanırken sanatı unutanlar çıkacaktır. Yine pornografi ve yine şiddet merakı hortlayacaktır ama sinemaya sadık bu insanlar aynı çukura iki defa düşmeyecektir. İşte tüm bunlar gerçekleşip de salonlar güzel bir eser izlemek üzere ilgili seyircilerle dolduğu zaman ;
(Bu defa da terbiyemi bozaraktan, bilerek ve de isteyerekten, sürçmeksizin, sansür koymadan ve sevgili editörümün de insafına sığınaraktan duygularımı telaffuz etmek istiyorum tüm ülkeme.)
Lütfen bokunu çıkarmayın.