12 Mart 2014 Çarşamba

Bu Kimin Hikayesi? Sinemada Realiteye Sadakat Üzerine








Tiyatro bin yıldır var. Sinema adamakıllı 80 yıldır. Tiyatroda dekor, ışık ve bir çok vurgu elden geldiği kadar, sinemada da olması gerektiği kadardır. Bunun içindir ki tiyatro oyuncularının üzerinde büyük yük vardır. Sahne atmosferini kendi sesleri ve mimikleriyle pekiştirmeleri gerekir. Tını, üzerinde daha yoğun öfke, gurur, acı, dram taşımalı ki mekanın veya zamanın ruhu canlanabilsin. Tiyatro oyunculuğunda kabul edilir bir mübalağadır bu. Her ruh hali derin bir coşkuyla harman olarak ifade edilir. Sahnede bir yaygara gibi durur tiyatro. Bu, masalsı bir duruştur. Şekli, tanımı ve misyonu da zaten budur.

Avuçlarıyla iki yanına bastırdığı başını yukarı doğru dikerek ve gözleri kapalı;
-       - Zavallı şeytan! Bana ne verebilirsin ki, demek biraz çalım gerektiriyor.

Bunu bin şekilde söyleyebilirsiniz ama sadece birisi doğru tattır. Haykıracaksın. Aynı repliği mırıl mırıl söylerseniz size ancak “Allah yardımcın olsun” derler. Abartmalısınızdır. Burada, konuşan Faust’tur (Goethe’in ömürlük eseri) ve şeytanla pazarlık yapan adam serdengeçti gibi olmalıdır. Onun için öyle bir haykırır ki, içinde tuttuğu kibir ve bitkinlik sahneden aşağıya taşar. Tiyatroya da bu yakışır. Bu tiyatro oyunculuğudur.

Ama sinema karakteri başka bir şeydir. Ne kadar gerçekse o kadar başarılıdır. Başarının ölçütü budur. Yapmacıklık çok az da olsa hissediliyorsa bu iş olmuyor demektir (Tabi burada dünya sinemasında desek daha yerinde olur zira Türkiye’de bu genelde sorun olmayabiliyor). Ağlıyorsan, gülüyorsan, kızıyorsan adam gibi olacak. Maalesef bizim işlerimizin çoğu olsa olsa “Kızgınmış rolü yapan adam” rolü düzeyinde. “Ağlama rolü yapan kadın” rolü, “Gülme rolü yapan adam” rolü… Yani tavuğun suyunun suyu. Daha da doğrusu taklit. Birazcık ön çalışma yapılmadan çekilmiş sahnelerin olduğu dibine kadar belli olmuyor mu efendim?
Hilary Swank’ın, Boys Don’t Cry filmindeki erkek rolünü çıkarmak için, sert erkekleri tanımak adına inşaat işçisi olarak birkaç gün çalıştığı söylenir. Christian Bale ya da Rene Zellweger’in oynadıkları karaktere sadık kalmak adına filmleri için yaptıkları inanılmaz kilo değişimlerini biliyoruz. Ama biz bıyığımızı bile kesmiyoruz. Kıyamıyoruz. Sinema için kesmeye değmiyor yani. Aynı pala bıyıkla ya da aynı saç stiliyle onlarca film çevirmiş oyuncularımız var. Ünlü bir oyuncumuza yöneltilen “Role hazırlık yaptınız mı?” sorusuna cevap olarak “Hiç bir şekilde hazırlanmam, çıkar oynarım” demeyi matah bir şey sanan oyuncularımız var (Gerçek). Neticede, asla var olmamış kişilerle, hiç kimseye ait bir hikaye olmaksızın, ait olduğu topraklarla ve insanlarla hiçbir şekilde bağdaşmayan bir yığın deneme ortaya çıkıyor. Az da olsa, bir kişiye, bir çocuğa, neredeyse hiçbir ruha hitap etmediğinden, sinema denizinin içinde er yada geç yok olup gidiyor. Hiç alakamız olmayan hikayelerle yapılan filmlerin bizle de alakası yoktur efendim. Bilmem anlatabildim mi?
Sinemada gerçekçilik unsuru önemlidir. Önce hayata sadık kalınmalıdır. Sinemadaki adam sen-bendir. Sana, bana benzemelidir (Science-Fiction, fantastik vb. filmler bu yaklaşımın dışında kalabilir çünkü orada ütopi denenmektedir). Bu adan her gün sabah yatağından gözleri şişmiş bir şekilde çıkar. Hiç ses etmeden evinden işine geçer. Kendi kendine konuşmaz. Niye peki? E kardeşim kendi kendine konuşana deli derler. İşte bu realite üzerinde bir fark yaratır sinema, tiyatroya. Bu önemli bir ayıraçtır. Tiyatro oyuncusu uzun süre sessiz durmaz, sesli düşünmek zorundadır. Kalbindekileri izleyenlere açmak durumundadır. Ama sinemada bu anormaldir. Bu durumda ancak dış ses yani “Kafa Sesi” kullanılabilir. Bu da anlatımı güçlendirdiğinden yapıtı realitenin dışına itmeden romansı bir yapıya yükseltir (Kafa sesli filmlere her zaman bayılmışımdır. American Beauty, Snatch, Fight Club, ve tabi ki Selvi Boylum Al Yazmalım. Asya’nın o ünlü deyişi  –Sevmek ne demek? kalpten gelmek zorundaydı zaten.) Kısacası sinema karakteri hayattan çok kopamaz, kopsa da ayakları yerden öyle çok kesilmez. Bu bağlamda sinema ve tiyatro oyuncusu birbirinden çok kesin bir şekilde ayrılır. Her sinema oyuncusu muhtemelen tiyatrocu olamaz, ancak her tiyatrocu da tiyatro disiplininden sinema disiplinine geçmeden sinema oyuncusu olamaz. Önce, toplumdaki bu yanlış anlamayı kaldıralım da, ben mevcut suni totemlerimizi yerden yere vururken beni hayasızlıkla suçlamaya kalkmayın. Nejat Uygur, Yılmaz Erdoğan, Levent Kırca, Haldun Dormen gibi oyuncular sinemada başaramayanlara misal olarak verilebilir. Hemen belirteyim; Çok sinema filmi çekmiş ya da kazanç sağlamış olmaları bu düşünceye tezat değildir. Bu kişilerde sinema yeteneği maalesef olamamıştır. Sahnedeki tiyatral performans kamera karşısında gerçeklikten uzaklaşmış, sinema gereksinimi sağlanamamıştır.Tabi bu noktada istisna bazı durumlardan dolayı kafalar karışmaktadır. Komedi filmlerinde karakterlerin gerçekçi olmalarını gerektiren bir şart yoktur. Bundan dolayı tiyatrodan komedi filmlerine geçiş yapan oyuncularımız eğreti görünmemiş, saygın işler gerçekleştirmişlerdir. Fakat iş komedi filmi dışında farklı türlere gelince aynı şeyi söyleyemeyiz. O bağırtılı-çağırtılı ünlemler sinemanın genel disiplininin dışında kalmaktadır. Sinemada başarı gösterenlere gelince; Şener Şen, Şevket Altuğ, Savaş Dinçel, Erdal Özyağcılar dram filmleri de çıkarabilmiş başarılı sinema oyunculardır. Bu oyuncular iki kulvarı bir birinden ayırmayı bilmişlerdir. 
Yerli yapım bir filmde hayat kadınını canlandıran bir aktris düşünün. Mutlaka aklınızda bir film kalmıştır. Karakteri hatırlamaya çalışın, tavırlarını. Şimdilik rolü nasıl çıkardığını değil karakteri düşünün (Birazdan ona da geleceğim). Hemen aklınızda bir karakter canlandı değil mi? Bence hepimiz aynı kişiyi düşünüyoruz.
Sinemamızda bir dönem hayat kadınları, hep küskün ve bu hayata zorla itilmiş aslında son derece namuslu ve bu bezlerde tarağı olmayan mağdur kişiler olarak verildi. Acılı acılı şarkı söylerlerdi pavyon mikrofonlarından. Bir de çocukları olurdu hep “Ne yapıyorsam hep onun için yapıyorum” ayakları. Sanki hiç yanlışları olmamıştı. Çok sevdikleri adamlar tarafından - tabi ki yanlış anlaşıldıkları için- düğün günü terk edilmişlerdi. Sonra aileleri, sonra arkadaşları da terk edince hayatta kalmak için orospuluktan başka çare görememişlerdi. Başka çıkar bir yol mu vardı efendim. Patronları da o biçim canavar adamlardı. Öyle organize bir suç unsuruydular ki, o zamanlar kim olursa olsun fark etmez, adamı garajdan iner inmez alırlardı serbest piyasaya maazallah.
I-ıh, böyle bir hikayeye kimse inanmaz. Ama ne kadar bilindik geliyor bize değil mi?
Halbuki, benim orospum (Edebi geldi bir an) kendi bilir ne yapacağını. Burası dağ başımı ki her terk edilmiş “tazenin” likiditesini hesaplamaya kalksınlar. O kendi tercihleriyle isteyerek girer bu işin içine düpedüz (Hadi ben gene istisnaları da varsayayım da tepki vermek isteyip de aslında şu durumda rezil olmayı göze alamayanlar gocunmasın). Yani bu, olmayan bir hikayedir.

Sinemamızın ilk dönemlerinde bu gerçekçilik kuralı dönemin algılayışına göre çokta sadık kalınası bir durum değildi. Tüm dünya için bu böyleydi. Ancak modern sinema anlayışında bu önemlidir. İzleyicinin cin gibi olduğunu unutmamamız gereken şu zamanda böyle dangalaklıklara yer yoktur. Yani Vesikalı Yarim ait olduğu dönemin filmidir ve orada anlamlıdır, klasiktir (Şimdi, her an bir TV dizisine uydurulup kendisine bir cep telefonu, websayt ile jartiyer, dildo, kamçı falan gibi sağlık ürünleri tahsis edilir ve modern pazarlamada yerini hazırlarlar muhakkak)
Şimdi de Yavuz Turgul’un Dil Yarası filminde oyuncu Meltem Cumbul’un performansını aklınıza getirin. Çığlık çığlığa konuşan, şen şakrak, ağzında cakkır cukkur sakızıyla (En önemli emare buymuş gibi. Tiyatrodan ithal.) deli dolu bir tip olarak hayat kadını tiplemesinin en bilinen ve beklenen halini sergiliyor. Ama nasıl; Tiyatral.
Şunu izleyin.
(
http://www.youtube.com/watch?v=ViNCBnYlttQ)
Ünlü seri katil Aileen Wuornos’un hayatını anlatan 2003 yapımı Monster filminde Charlize Theron’un performansından bir kesit gördünüz. Hiçte şen şakrak değil. Sakızda çiğnemiyor. Acılı bir hikaye de zırvalamıyor ama acı suratına yerleşmiş. Kadınsı kompleksleri, alınganlıkları bırakıp hayatta kalmaya çalışmış. Feminen değil, erkekleşmiş, erkekleşmek zorunda kalmış bir fahişe. Müthiş bir makyaj ve olağanüstü bir oyunculuk gösteren Teron verdiği inanılmaz gerçekçilikle o yıl ödülü almıştı. (Aileen Wuornos’un basın toplantısını izlerseniz tiplemedeki başarıyı fark edersiniz.
http://www.youtube.com/watch?v=yFBcjII3QAE&feature=related)

Rolün hakkını vermek, oynadığın karakterin hayatını yarı yarıya yaşamak demektir. Mesela, göz patlatılarak sinir ifade edilmez. Öfke rolü verecekseniz bir parça öfkelenmek gerektiğini bilmemiz gerekir. Maalesef bu konuda çok zayıfız ve bunu başarabilen çok az oyuncumuz var.
Şimdi, realiteye, Türkiye realitesine sadık, bu toprakları ve bu insanları anlatan başarılı çalışmalardan bahsedelim. Hatırladığım en eski çalışmalar Yılmaz Güney’in yapıtlarıdır. Arkadaş (1975), Duvar (1983), Yol (1982) düpedüz “Anadolu ve kent” gerçekliğini ihtiva ediyordu. Bir şeye benzeştirme çabası olmaksızın, karakterlerin gündelik lisanı sinemaya ilk defa kattığı yapıtlar. 1985 Nesli Çölgeçen yapımı Züğürt Ağa’yı hatırlayın. Oradaki hikayeyi, kişileri, diyalogları inkar edebilir miyiz? Ağalık ve marabalar sistemi… Sakinleriyle birlikte satılığa çıkarılmış bir köy… İhtiyarlara satılan genç kızlar… Kent hayatında kaybolan kırsalın insanı… Tüm bunlar bu toprakların hikayesi. Ağa, Kekeç Salman, Kiraz… Binlercesi bu ülkede yaşadı. Haliyle, var olanların hikayesi Züğürt Ağa’yı bu yüzden bağrımıza basarız. Muhsin Bey’i de unutmayız. Emekli müzik yapımcısı Muhsin Bey’in, köyünden kopup gelmiş Ali Nazik’in elinden tutup onu bir türkücü yapma çabası, bunu başarmak için kendisinden hiç de beklenmedik şekilde suç işlemesini izlemiştik. Ali Nazik karakterinin türkücülükten, arabesk şarkıcılığına, içindeki saf köylüyü yok edip merhameti olmayan bir kentliye dönüşerek geçme hikayesi yeterince gerçekti. Fatih Akın’ın Hayatın Kıyısında, Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun, Nesli Çölgeçen’in Selamsız Bandosu, Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel ve sayılacak bir çok film, oyunculuklarıyla ve hikayesiyle bulunduğu coğrafyanın zamanını, iklimini ve yaşam şeklini yansıtan eserler olmuşlardır.
Oyunculuk performansındaki gerçekçilik konusuyla da ilgili olarak dikkat çekici bir örneği biraz detaylı vererek sinemamız adına gururlanmak istiyorum.
Yazı Tura. Uğur Yücel’in yönetmenliğini gerçekleştirdiği (hala onun yönettiğinden emin değilim) film, bir kısmı profesyonel olmayan oyuncularla çekildi. Kalburüstü performans gösteren Engin Günaydın, Olgun Şimşek, Erkan Can ve Kenan İmirzalıoğlu alkışı hak ediyorlar. İşin tuhafı bu oyuncuların bu filmden başka beğenebildiğim başka filmlerine henüz rastlayabilmiş değilim. Ama bu filmde yiğitlerin hakkını teslim etmemek günahtır. Doğruya doğru, eğriye eğri diyen samimiyet felsefesini koruyacaksak inkarcı olmayacağız.
Demek ki tüm öğelerin bir araya gelip de oluşturduğu o ahengin neticelendirdiği sinema kalitesinde, öğelerin ortak çabası söz konusu.  Demek ki kolektif düşünce… Demek ki titizlik… Ve demek ki istenirse oluyormuş. Yerel oyuncuların yerel lehçeleriyle ve son derece yerel duygularıyla bıraktıkları müthiş lezzet bu filmin taç noktasıdır. Her önüne gelenle sinema olur demiyorum ama başarıya giden yolda her türlü çaba ve hile kabul edilebilir. Amatörlerle yaratılan gerçekçilik havasının üzerine dokunmuş profesyonel oyuncu performansları -belli ki çaba gösterilmiş- izleyiciyi gerçek bir ciddiyete sokmaya yetmiş. İzleyici üzerinde istenen gerilim sağlanmış. Olgun Şimşek ve Kenan İmirzalıoğlu ile bu sahneler o kadar başarılı ki, kendinizi orada hissedebilirsiniz. Travmalar, isyan ve tükeniş çok gerçek. Sıkıntılar, takıntılar, gocunmalar ve beklentiler hayatın kendisiyle özdeş bu filmde. Bu sebeple eğreti duran çok fazla unsur göremezsiniz. Vakar, ama gerçekten vakar kişi yorumu veren Erkan Can’ın bu çalışmasına en iyi işi diyebiliriz. Şehirli sert çocuk Cevher (Kenan İ.) rolü taşımış. Cinsellik orantısında verilmiş (Yani kıç baş gösterelim derdi yok. Tamamen karakterin pis huyu verilmiş gibi). Gazi Şeytan Rıdvan (Olgun Şimşek) kompleksleri tam da bir harp malulü ayarında, fazlası yok. Sencer rolünde ki şerefsizlik o kadar gerçek, o kadar hayattan ki, sanki şimdi çıkaracağım bir yerlerden kim olduğunu. Kısacası son dönem Türk Sinemasında gördüğüm en derli toplu, kurgusunu baştan sona gevşetmeden, tempolu verebilmiş bir yapımdır. Sanki sinemamıza hediye edilmiş bir Kurosawa işi, bir katalizör, sihirli bir değnektir. İzlemediyseniz, izlemenizi öneririm.

Not: Son zamanlarda dikkatimi çeken bir oyuncu var. İsminin Yiğit Özşener olduğunu şu anda yaptığım küçük bir araştırmayla öğrendim. Gerçekten ifade gücü yüksek ve yapmacıklıktan uzak, mimiklerine hakim biri. Daha fazla izlemek isteyeceğim rolleri bulur umarım. Yetenekli. Onu, Aşk Tesadüfleri Sever ve son olarak da Kaybedenler Kulübü adlı filmlerden çıkarabilirsiniz belki (Neyse uzatmayım, şu Ezel dizisinde oynayan adam diyeyim de şak diye bilin.) Bu oyuncuyu takip edin. Biraz bir şey biliyorsam, bu oyuncunun en üstlere çıkacağını hep birlikte göreceğiz efendim.
Sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder